19 Mayıs 2024
  • İstanbul20°C
  • Diyarbakır26°C
  • Ankara20°C
  • İzmir26°C
  • Berlin20°C

ZAMANIN HAVASI

Güler Yıldız

15 Eylül 2011 Perşembe 11:52

Bir arkadaşım, ağzımı kocaman hayretlere açmışken yakalayıp, soruveriyor işte: “Dilinizi öğrenmenize kim engel oldu? Kurslara gidin, yok mu? Öğrenip de ne yapacaksınız hem sonra? Bu dilde bir hayat ne işinize yarar, bu saatten sonra?”

Endişesi bol bir toplumuz ya da toplumlar bütünü. Bu coğrafyanın kalbi endişe kuyusunda kireçlenmiştir ne de olsa. O nedenle herkesin sık sık geriye dönüp, kişisel mutluluk tarlalarından ufuktaki kara noktaya bir yığın soruyla gözlerini dikmeleri normal. Ama zamanın kendini doğurduğu ve doğruladığı anlarda normal sadece... Her zaman değil.

Ona bir dilin ve dilsizliğin yarattığı üstünkörü sayılmayacak “kabiliyetli” sarsıntılarından söz ettim. Yoksunlukların bir süre sonra derin yoksulluklara dönüştüğünü görmesini, ağzındaki dilin küstürdüğü insanların yalnızlığını, ağzındaki dili yok edilmeye çalışılan insanların kalabalıklığına çarpmasını, bölmesini istedim. Başarabilir mi bilemem. Aydınlık ve muhalif bir kafası var ama hala kendi aydınlığı “Kürtler anadilde ne halt edecek” sorusuyla onu kendi karanlığında ıssızlaştırmaya devam edecek gibi.

Türk gibi doğmak, Türk gibi algılamak ve Türk gibi olmak buna karşılık geliyor işte. Bu topraklarda yaşıyorsak, aynı nimetlerden yararlanıyorsak, bir fazla ne mutlu eder bizi, ayrıca o mutluluk bir yanılsama olmasın sonra?

Ama hayır…

Durup ince ince yanıtlıyorum soruları. Gözlerini kısarak baktığı mutluluk tarlasını bir anda dev çekirgelerle talan edebileceğimi biliyorum. Hayatı boyunca korkacağı üç beş cümle atabilirim ortaya. Zamanın havasının bir gaz bombasından farksız olduğunu, soluduğu anda tüm hayatının karanlık içinde kalacağını ve benim de en az onun kadar iyi bildiğim dilinin onca boğulmuşluk içinde kendisine anlamlı iki hırıltı çıkaramayacağından söz edebilirim.

“Ahh, siz bizi ne çok öldürdünüz. Daha dün, evvelsi gün ve geçmişte kalan her gün her gün… Durmadan, yorulmadan siz tarlaya ölü tohumlar serperken, toprağın kalbinde oturan biz her gün birden fazla derin derin ölmekteyiz...”

Zaman ve “zamanın ruhu” kendi zalimliğine bir başka adres aramadı hiç. Tanıdık bedenlerle gayet süssüz ve özensiz cümlelerle geldi anlaşılmazlık. Boğaziçi Köprüsü Hasankeyf ile bir tutulmaya çalışılıyor haniyse. İstanbul zamanın havasına göre Babil midir ya da? Talan etme fikrine, yok etme alışkanlığına göre biz, -ağzımızdaki dille beraber anlaşılırsak ancak insan olabiliriz- yel değirmenlerini birer dev, koyun sürülerini ordu, hanları birer şato mu görüyoruz yoksa? Varlığımız da masalcı tarihin işaret ettiği gibi dev bir yalan mıdır aslında?

Estetiğin yetmediği uzun boylu yerler vardır ve zamanın havası da en çok o yükseklerde eser. Edebiyatla, sanatla, şarkıyla anlatamazsınız orayı ve dahi tarif de edemezsiniz, soluduğunuz havanın zamandan bir parçayla içinize kaçtığını.

Dille ilgili ısrarımızı bir yana bıraksak, çok sevilesi oluruz, biliyorum. Hakikat raşitik bir çocuktur çünkü. -Oysa biz hakikati müşfik bir anne gibi solurduk eski zamanlarda- Ama ısrarla onu güzel ve bakımlı görmeyi arzuluyoruz. Nitelikli bir dostluğun besleyeceği tek şey güzellikle ölçülebiliyor ne de olsa. Zamanın havasını bilmem, ama zamanın evde kalmış ruhu bu duruma uygun yalnızca. Türkler ve Kürtler, ikisi de Müslüman. Sadece dilleri farklı ve inanç saçma bir savaşın büyümesine, daha çok insanın ölmesine engel değil. Çünkü bu savaşın tek nedeni dil ve dilin üzerindeki eğreti yontma hareketi. Tanrı böyle bir savaşı onaylamış olabilir mi, ne dersiniz? Bu savaşın galibinin olmadığını bile bile, bir madalyon hazırlamış mıdır ya da taraflara?

***

Arkadaşıma iç çekerek baktım ve ona dil çıkardım. Aldırışsız sorularına yanıt arayan herkese de böyle bir hareket yapmak lazım!

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.