YÜZÜ KARA OLANIN ELİ KARA ÇALAR
Kemal Burkay
03 Şubat 2012 Cuma 00:16
Türkiye’de 30-40 yıl öncesi en önemli yarılma sağ-sol’du. Şimdi ise bu yarılma kalmamış, sosyalist sistem yıkıldıktan ve özellikle bu ülkede solcuların birçoğu havlu attıktan, kalan örgütler de marjinal hale geldikten sonra sağ sol çatışması tavsamış. Ama bu kez başka şiddetli yarılmalar var, nerdeyse her önemli konuda: Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-dindar, vb...
Benim yurda dönüşüm de toplumda küçük ölçekte bir yarılmaya yol açtı: Dost ve arkadaşlarım gibi birçok iyi niyetli, barışsever insan buna sevindiler, bana kucak açtılar, kitlesel biçimde karşılayıp bağırlarına bastılar ve bu durum birkaç aydır sürdürdüğüm geziler nedeniyle ülkenin çeşitli yerlerinde kendini tekrarlıyor. Öte yandan bir kesim dönüşümü daha baştan kuşkuyla, kaygıyla karşıladı, bunu bir AKP projesi gibi sunmaya çalıştılar.
Okurlarım hatırlarlar, yurda döndükten sonra yazdığım “31 yıl sonra, yurt içinden” başlıklı yazımda bu duruma değinmiştim. Söz konusu yazıyı da bu yazımın altına alıyorum; onu okumamış olan okurlarımın bilgisine sunmak, okumuş olanların ise isterlerse, bir kez daha göz gezdirip hafızalarını tazeleyebilmeleri için.
Aslında bu yazıda söylenmesi gereken her şey söylenmiştir. Bu yazıdan ve o dönemde verdiğim tüm mesajlardan anlaşılacağı üzere benim derdim PKK veya Öcalan değil. Bu yaştan sonra başkalarıyla bölüşmek için çekişeceğim herhangi bir post hırsım da yok. Ne belediye başkanı olma derdim var, ne milletvekili ya da bakan... Olsa geçmişte olurdu. Oysa geçmişte de böyle şeyleri, birçoklarının uğruna -onurları dahil- pek çok şey verdiği postu da parayı da ayağımla ittim.
Peki niye döndüm? Ben, söz konusu yazımda da belirttiğim gibi, hem ülkemi özlediğim ve buna fırsat çıktığı için döndüm -koşulları olsa daha yurtdışına çıktığım ilk yıl, yani 1980’de dönerdim- hem de, Kürt halkının özgürlüğünü de kapsayan demokrasi ve barış mücadelesine destek vermek için geldim.
Ama yeminli muarızlarım orada durmadılar. Bana ilişkin haksız suçlamaların dozunu zaman içinde giderek arttırdılar, yalan, iftira ve tahdit ile de besleyerek tam bir linçe dönüştürdüler. İşaret fişeğini önce PKK’nın dağdaki komutanı ve kendisini yakından tanıyanlarca öteden beri derin devletin adamı olarak bilinen Duran Kalkan başlattı. Ardından sıraya dizilmiş gibi Murat Karayılan, Cemil Bayık geldi. Bunu Özgür Politika ve Özgür Gündemdeki öteki PKK kalemşorları, devşirmeler izledi... Daha bir yıldır siyaset sahnesine çıkmış bazı nevzuhur eşhas bu kervana eklendi. Fırat Haber Ajansı (ANF) denen ajans ise bu linç eyleminin koordinasyonunu yapıyor.
Bu durumda susmak olmaz, bu baylara tek tek cevap vermesem de onlar toplu bir cevabı hak ettiler.
Linç güruhunun derdi nedir? Tezlerinden biri, başlıcası, benim AK Parti’nin politikalarına destek vermek için döndüğümdür, hatta AK Parti’nin beni getirttiğidir. Öncelikle bu konu üstünde duralım:
Beni AK Parti mi getirtti? Dönüşüm bir AK Parti Projesi midir?
Ben 31 yıldır yurtdışında yaşamak zorunda kalan bir Kürt siyaset adamı ve şairim. Darbenin ayak seslerinin geldiği günlerde yurttan ayrıldım, darbe olunca da dönemedim. 31 yıl süreyle yurtdışında arkadaşlarımla birlikte Cunta’ya ve onun oluşturduğu faşizan sisteme karşı aralıksız mücadele ettim, demokrasi güçlerine destek verdim, Kürt sorununu uluslararası platformlarda dile getirdim ve çözümü için çaba gösterdim. Bu yüzden faşist çevrelerce PKK’dan daha tehlikeli ilan edildik, yoldaşlarım vuruldular (hem de PKK eliyle), ben de nice tehdide hedef oldum. Benim durumumda biri, zaten doğal olarak yurduna dönmek istemez mi? Yurtdışındaki siyasi mültecilerin tamamı bunu düşünmez ve istemezler mi?
Değerli Muhsin Kızılkaya’nın deyişiyle, benim de dönüşümle ilgili spekülasyon yapanlar kadar bu ülkede yaşama hakkım yok mu?
Öte yandan, yurda ilk dönen siyasi mülteci ben miyim? Sol politik saflarda siyaset yapan, ya da Kürt örgütlerinde yöneticilik, başkanlık, sekreterlik, MK üyeliği dahil, çok çeşitli görevler yapmış olan pek çok kişi, onlarca ve yüzlerce kişi, benden çok önce dönmediler mi?
Kaldı ki son 10-15 yıldan bu yana dost ve iyi niyetli insanlar dönmemi önermekte ve yasal bir engel kalmadığını söylemekte idiler. Karşıtlarım ise yurtdışında yaşamamı bir suç gibi göstermekte idiler. Ne gariptir ki dün yurtdışında olduğum için beni suçlamaya kalkanlar, şimdi de dönüşümü “Neden şimdi?” diye sorgulamaktalar...
Bence dönüş koşulları yoktu, en azından 1980’de hakkımda açılmış parti davası, aradan 30 yıl geçmiş olmasına rağmen (ki zamanaşımı süresi 10 yıl, uzatmalarla birlikte 15 yıldır) hâlâ sürmekte idi. Bu dava ancak önceki yıl mart ayında düştü. Buna hükümet adamlarının, bana, Şıvan Perwer’e ve benzer durumdaki kişilere yönelik çağrıları da eklenince, birçok arkadaşımın hâlâ süregelen kaygılarına rağmen, kimi riskleri de göze alarak döndüm.
Öyleyse benim dönüşüme ilişkin bu bayların tepkisi neden?
Dönüşte iyi karşılanmış olmam bir suç mu?
Bu çevreler dönüşte iyi karşılanmış olmamı dillerine doladılar. Evet, iyi karşılandım. Öncelikle yakınlarım, dost ve arkadaşlarım, ülkenin dört bir yanından İstanbul’a koşup geldiler. Bu yüzden hava alanında izdiham yaşandı. Bu ilgi ve sevgiden elbet onur duydum. Bu, 50 yıldır sürdürdüğüm mücadeleme, görüşlerime bir desteği, sahiplenmeyi ifade ediyordu.
Kürt cephesinde ve sol cenahta bazıları bu ilgiden rahatsız mı oldular acaba? Evet, sanırım oldular. Çünkü bizim cephede görünüp oklarını hep bize çevirmiş olanlar, kıskançlar, haset duyanlar, aşiretçi kafası ve kör mezhep kavgası anlayışıyla olaylara bakanlar bu ülkede, hem Kürtler hem Türkler arasında az değildir. 1991 yılında yazdığım “Panzehir” adlı şiirimde şöyle diyordum:
PANZEHİR
Barış ve özgürlük kavgasında
Başı dik, onurlu, direngen
Bir ersen
Dostun da çok olur, düşmanın da
Kimi de sözde senin kampında
Okları sana çevriktir
Kıskanç cüceler, dönekler, şerefsizler
ordusu...
Ama sen çetin ceviz ol
Daha da hırsla sarıl işe
Tarlanı ek biç, donat ürünlerle
Tüm kötülüklerin panzehiri odur
Peki hükümetin dönüşüme olumlu yaklaşımı bir suç mu?
Bazıları, hükümetin dönüşüme olumlu yaklaşımını dillerine doladılar ve bu konuda hâlâ spekülasyon yapmayı sürdürüyorlar. Sözde VIP kapısından geçmişim... Yalan. Sözde kaldığım oteldeki masraflarımı AKP ödemiş... Kuyruklu yalan.
Ama idare ve polis, medyanın ve kitlenin ilgisini de göz önüne alarak, herhalde olumsuz bir olay yaşanmaması için doğal olarak bazı tedbirler almıştı. Bu kapsamda İstanbul Vali Muavini de oradaydı ve bana Kürtçe “Tu bi xêr hatî” (Hoş geldiniz) deme inceliğini gösterdi. Daha sonra da bilindiği gibi, gelen davet üzerine Avrupa işlerinden sorumlu Bakan, sayın Egemen Bağış’la görüştüm. Ertesi gün de Kültür Bakanı sayın Ertuğrul Günay’la.
Yeminli muarızlarım işte bunu, yani hükümet adamlarıyla görüşmüş olmamı büyük bir suç, gelişimin AK Parti projesinin bir ürünü olduğunun kanıtı olarak göstermek istiyorlar.
Evet, ben bir Kürt siyaset adamıyım ve bu yüzden geçmişte çok baskılar gördüm, hapislerde yattım, işkence gördüm ve son 31 yıl da sürgünde yaşadım. Ben Kürt sorununda bir tarafım. Biz öteden beri, Kürt sorununun çözümü için Türk devlet adamlarıyla görüşmeyi, diyalogu, barışçı ve adil bir çözümü savunmuyor muyuz? Bu durumda benim muhataplarımla, yani Türk devlet adamlarıyla görüşmem suç mudur?
Bu görüşme gizli kapaklı değildi, medyanın gözleri önünde cereyan etti. Verdiğim mesajlar açık, Kürt davasına zarar verecek tek söz etmedim. “Hizmet” önermedim, “pişmanım” demedim, “ne istiyorsanız onu yapayım” hiç demedim...
32 yıl önce ülkede iken ve 31 yıl boyunca yurtdışında iken ne diyorsam yine onları söyledim; silahların susmasını, eşitlik temelinde Kürt sorunun çözümünü önerdim.
Bunun suçlanacak bir tarafı var mı? Devlet adamlarıyla görüşmemi bir suç gibi gösterenler, ya siyasetten hiçbir şey anlamayan zavallılardır, ya da çok iyi anladıkları halde, şu veya bu nedenle olup bitenleri ters yüz eden sahtekârlardır.
Ama bu kazanı kaynatanlar hiç de bu tür ilişkileri anlamayacak kadar zavallı değiller. Onların dediklerine kanacak kadar zavallı olanlar bu ülkede bol miktarda bulunsa bile, kendileri cin gibiler. Gerçekte hükümetin kendileriyle görüşmesi için can atıyorlar. Bir dönem Abdullah Öcalan, Şam’da bulunduğu dönemde yana yakıla şöyle diyordu: “Hiç değilse bir onbaşı gönderin, görüşelim!”
Bunların bütün dertleri hükümet adamlarının neden benimle görüştüğüdür. Kendi payıma, benim böylesine kişisel bir tutkum, beklentim olmadı. Ben başı dik bir adamım. Yurtdışında olduğum dönemde de, Kürdistan Sosyalist Partisi’nin genel sekreteri ve bir Kürt politikacı olarak çeşitli ülkelerde pek çok devlet adamıyla, parlamento başkanlarıyla, dışişleri bakanları, hatta başbakanlarla görüştüm. Her durumda eşit bir partner gibi davrandım, çünkü bir partiyi temsil etmekten öte bir halkı temsil ettiğim kanısındaydım.
Önemli olan ne konuşulduğudur
PKK’ya gelince, onların “serok” ve “irademiz” deyip putlaştırdıkları Öcalan, yıllardır bulunduğu İmralı’da Türk Genelkurmayının subaylarıyla (ki bunların çoğu şu anda Silivri’de Ergenekon davasından yargılanmaktalar) görüşmekte ve orada kendisine dikte edilenler avukatlar eliyle, “görüşme notları” vs. adı altında örgüte ve bağlı kurumlara iletilmekte idi.
Ergenekon’un elinin zayıfladığı ve hükümetin MİT kanalıyla devreye girdiği son dönemde ise Öcalan ve PKK’nın, İmralı’da, Norveç’te ve dolaylı olarak Kandil’de MİT elamanlarıyla görüştüğünü artık kamuoyu biliyor. Peki bu kapalı perdeler arkasında ne koşuldu? Kürt halkı adına ne pazarlıklar yapıldı? Bunu bilmiyoruz.
PKK’nın 2011 Haziran seçimleri sonrası zincirleme silahlı eylemlere yönelip bu süreci Öcalan’a rağmen, onu da baypas ederek sabote etmesi ise ayrı bir soru konusudur. Bence bu derin devletin bir oyunu idi ve sadece çözüm ve barış karşıtlarına, yani statükocu güçlere yaradı.
Sonuç olarak diyeceğim şu: Önemli olan benim, PKK’nın veya başkasının Türk devlet ve hükümet adamlarıyla görüşmesi değil, bu görüşmelerde ne konuşulduğudur. Çözüm için diyalog gereklidir, bundan da öte zorunludur. Önemli olan kimin ne talep ettiğidir. Bu konuda alnım açık. Kürt halkının haklı taleplerinden bir milim gerilemiş değilim. Bu talepleri bulunduğum her platformda yüreklice savundum. Bu konuda bana çamur atanlar tam bir vicdansızlık yapıyorlar.
Bu çamur, aslında kendileri utanç verici bir konumda olanların attığı çamurdur. Bunlar bataktadırlar ve bulundukları yerde çamur bol. Bunların yüzü karadır ve “hem suçlu hem güçlü” dürler. Bir şiirimde de şöyle diyordum:
“Yüzü kara olanın eli kara çalar.”
Kaynak: dengekurdistan.com
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.