YÜRÜYEN BALIK
Ahmet Altan-
16 Mayıs 2011 Pazartesi 01:40
Bu evreni hangi akıl yarattıysa, o akıl çok güçlü bir mizah duygusuna sahip.
Tabiat, anlaşılmaz şakalarla dolu.
Geçenlerde gördüm, yürüyen balık var.
Okyanusların dibinde yaşıyor ama yüzemiyor, dipteki kumların üstünde bir yerden bir yere yürüyerek gidiyor.
Bu yürüyen balık, beslenebilmek için bir yandan bir yana ok gibi giden balıkları yakalamak zorunda.
Neredeyse imkânsız bir iş.
Ama tabiat şakacılığa başladığında öyle kolayından durmuyor.
Yürüyen balık çok çirkin bir şey, pütürlü bir kaya parçasına benziyor.
Taşın, mercanın bol olduğu bir yerde duruyor, gözlerinin arasından çat diye bir çiçek çıkartıyor.
İnce uzun sapının ucunda çiçek dalgalarla salınmaya başlıyor.
Balıklar, meraklanıp çiçeğe bakmaya geliyorlar.
Ve, yürüyen balık onları yiyiveriyor.
Balık yapıyorsun ama yüzdürmüyorsun, alnından çiçek fışkırtıyorsun.
Belli ki bunu yapan, yaptığından eğlenmiş.
Sadece mizahla değil estetikle de kendi yaratıcılığının gücünü göstermiş.
Tabiata baktığınızda, mizahın yanı sıra büyük bir estetik de görüyorsunuz çünkü.
Sadece “faydacılık” anlayışına dayanan bir yaratıcılık değil bu, güzelliği de içeriyor.
Dinozorlar dönemini incelediğinizde “estetiğe” hemen hemen hiç yer verilmemiş, şakacılığı olmayan, “çirkin” bir dünya görüyorsunuz.
Bütün yaratıklar büyük ve çirkin.
Ama bir “el”, kötü yazılmış bir müsveddeyi yırtar gibi o çağı bütün yaratıklarıyla birlikte yakıyor.
Bütün dünyayı yeni baştan kuruyor.
Bu sefer her şey eskisine kıyasla daha küçük ve daha güzel.
Çok daha renkli.
Sesi çok daha ahenkli.
Şakacılığı çok daha fazla.
Tabii, evreni yaratan aklın “iyi olmayanı” yok edip sonra yeniden yaptığını düşündüğünüzde “kıyamet” kelimesinin manasını da bir başka türlü yorumlama imkânınız oluyor.
Dünyadaki hayvanlar âlemi mükemmel düzenlenmiş.
İçinde vahşeti, estetiği ve mizahı barındıran, hiç aksamadan yürüyen bir düzeni var hayvanlar âleminin.
Lakin insanlar o mükemmelliğe pek uygun değil.
Evet, hayvanlardan daha akıllı ve yetenekliyiz, tanrının tabiatın içine sakladığı çeşitli sürprizleri bulup kullanabiliyoruz.
Onun yarattığı otlardan ilaç, kayalardan ev yapıyoruz, kumu cama dönüştürüyoruz, evrende görünmez biçimde dolaşan elektriği yakalayıp ışığa çeviriyoruz, toprağın altındaki fosil artıklarını yakıt olarak kullanıyoruz, tabiatın içindeki vahşetten payımızı aldığımız için atomu bulup onu da bomba haline getiriyoruz.
Bu yeteneklerimizi iyi kullanıyoruz.
Daha bulacağımız epeyce de sürpriz var.
Ama bu akla uymayan bir aptallığımız da bulunuyor.
Dünyanın en “akıllı” yaratığı insanın sahip olduğu bu aptallığın tabiatın bir şakası mı yoksa hatası mı olduğunu tam anlayamıyorum.
Evrenin en küçük galaksilerinden birinde bulunan en küçük güneş sistemlerinden birinin en küçük gezegenlerindeniz, koskoca evrende bir kum tanesi kadar bile yerimiz yok.
Bu minicik gezegenin üstündeki insanların ihtirasları, kendini beğenmişlikleri, kötülükleri, kendini evrenin sahibi gibi görmeleri, üstünde yaşadığımız dünyanın evrendeki yeriyle kıyaslandığında “budalaca” gözüküyor.
Çok minicik bir yerde, çok kısa bir süre yaşıyoruz ve ihtirasımız, içinde bulunduğumuz mekânı da zamanı da aşan bir boyutta.
Bu kadar çaresiz ve zavallı yaratığın sahip olduğu acınası “büyüklük” duygusu, tabiatın bir şakası değilse, dinozorlar gibi bir yanlışlığı.
Eğer böyleyse “kıyamet” kaçınılmaz, bir “el” bu kötü müsveddeyi “yırtıp” yeniden yapar.
Ya da insana bağışlanan “gelişme” yeteneğiyle kendimizi tabiatın estetiğine ve şakacılığına uydurur, o koca kâinattaki yerimizi kavrayıp tevazula mükemmelliğe yürür, bir bütün halinde yakılmaktan kurtuluruz.
Kurtulamazsak, yürüyen balığın alından çiçek çıkartan kudret, bu anlamsız ciddiyetimizden çabuk bunalır, “ben yaptım” demez, “yeniden yapacağım” deyip hepimizi yakar.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.