04 Aralık 2024
  • İstanbul8°C
  • Diyarbakır5°C
  • Ankara4°C
  • İzmir11°C
  • Berlin5°C

“YIKILMIŞ BİR MEZARIM Kİ...”

Abdullah Can

21 Haziran 2017 Çarşamba 23:31

Tam 57 sene oldu; bir âlimin naaşı hala kayıplardadır. Bu âlim, Said-i Nursî’dir. Mezarı, 27 Mayıs 1960 darbesinin ardından saldırıya uğradı; balyozlarla parçalandı. 110 küsur gündür medfun bulunan cesedi, kabrinden çıkartılarak meçhullere kaçırıldı. O gün, bu gündür çalınan naaşından haber yoktur. Saldırıyı, devlet adına ihtilalci komite yapmıştır. Fail bellidir, ama mesullerin sağır sultanlığı devam ediyor. Neden?

Şimdi, 2017’nin yarısındayız. Devir değişti. İhtilalciler gitti, dindar ve dine hürmetkâr yöneticiler geldi. “Vesayetçiliğe son”  denildi. Said-i Nursî ve Nur Külliyatı “Devlet himayesi”ne alındı. Devlet, Külliyat’ın basımını üstlenirken,  Nursî adına okullar açtı. Eserlerine, “Hayırlı olsun” makamında imzalar atıldı, devamına dair dileklerde bulunuldu. Daha neler, neler... Hepsi de güzel ve sevindirici gelişmeler... Lakin ortada anlaşılmadık bir durum var; Said-i Nursî’nin naaşı... Evet, devletin bizzat sorumlusu olduğu bir durum... Yeri gelmişken tekrar soruyoruz:  “Nursî’nin kaçırılan cesedi nerede? 57 yıldır boş duran mezarına, neden iade edilmiyor?...”

“Yeri gelmişken” diyoruz; çünkü her “Kadir Gecesi”nde, Said-i Nursî de anılır. Urfa’ya, “Dergâh”a gelen binlerce insan, onun naaştan hali mezarı üzerinde Fatihalar okurken, ister istemez ona reva görülen mezalimi de vicdanen mahkûm ederler. Ve bu hâl, hiç unutulmayacağa benziyor... Evet, kamu vicdanı, bu mezalimin adalete tebdilini intizar etmektedir. Bu intizar, ancak Nursî’nin kaçırıldığı mahalden alınarak aslî yerine, Dergâh’taki mezarına iadesiyle sona erer.  Yoksa bir İslâm âliminin maruz kaldığı bu suikast asla unutulmayacaktır. Hele de milyonlarca takipçisi var iken...

Talep, tek parti döneminden değildir; cuntacılardan da değildir... Talep, “dinî” ve “millî” değerlerine bağlı olduklarını her defasında deklere eden bir iktidardandır. Ve bu iktidar çok iyi biliyor ki, Nursî’ye mensup kitlenin kahir ekseriyeti, her zaman için arkalarında durmuşlardır; gerek sözlü, gerek yazılı olarak destekçi olduklarını ilan etmişlerdir. Buna rağmen, neden adım atılmıyor? Bu husustaki ketumluk ve statükonun devamı, neyle izah edilebilir? Sakın, bazı Nurcuların sığındıkları “sahte vasiyetname” olmasın mı? Onu “Faili Meşhur Mezar(lar)”, “Faili Belli Meçhul Mezar”, ve “Yine Mezar Polemiği, Yine Cuntacılık Hortlaması” başlıklı yazılarımdaki tafsilata havale ederken, bir kaç hususu yinelemekte fayda görüyorum:

1- Evvela, arkasına sığınılan ve “Kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum” (Bkz. Emirdağ Lahikası, s. 204)sözünün geçtiği mektup, asılsızdır; Tashihli Emirdağ Mektupları’nda geçmemektedir; sonradan ilavedir. Tahrifat operasyonunun bir parçasıdır. Naaş hırsızlarını, “vasiyetin tahakkukçuları” gibi göstermektedir.

2- Bediüzzaman’ın “vasiyetimdir” dediği mektup, bizzat kendi elyazısyla olup “Paylaşılamayan bir miras: Risale-i Nur (I)” yazımda verilmiştir. Bu vasiyetnamede, bırakın mezarının bilinmemesi gibi bir talep, mezardan dahi bahsetmemiştir. Daha çok hayatının gayesi olan Risale-i Nur Külliyatı’nın sahiplenilmesi ve onların tabından hâsıl olacak gelirlerin nerelerde ve nasıl kullanılması gerektiğine dair tavsiyelerini ihtiva eder.

3- Devletler “hukuka”a istinad eder;  hakkın yanında, haksızlığın karşısında olur. Nursî meselesinde, haksızlığın, hak gasbının yaşandığı bir vakıadır. Bu durumda “hukuk devleti”nin icabı olarak, bu zulmü icra edenlerin cezalandırılması gerekirdi. Ancak, ihtilalci Evren’e uygulanan hukuk, Türkeş’e uygulanmamıştır; ne ihtilalden, ne de mezar tahribatından hesap görmemiştir. Neden? Çünkü sözkonusu tahribatı “devlet” adına yapmışlardır; o ise, “la-yüs’el”dir ya!

Her şeye rağmen, ilahî ve evrensel hukuk, devleti değil, “insan”ı esas alır; devleti “hizmetkâr” olarak konumlandırır. Onun için diyoruz ki, “Ortada bir hak gasbı vardır; nerede devlet!” 

4- Devlet, icap ettiği yerde, “Dersim” için özür dilemiş; mazlumiyetine hükmettiği “Seyyid Rıza” hakkında, “mezarı bulunsun” diyebilmiştir. (Bkz. Star Gazetesi, 3 Aralık 2009) Yani bir çeşit “iade-i itibar” gayreti... Ve keşki sözde bırakılmayıp tahakkuk ettirilseydi. Çünkü devlet,  verdiği sözü “borç” bilir, “namus” telakki eder. Namus, “kanun” demektir; devlet, borcunu ödemekte, kanunu uygulamakta acze düşmez, düşmemelidir. Caymak demek olan “acizlik”, devlet gerçekliğine aykırıdır.

İşte, bir diğer mazlum da Bediüzzaman’dır; bizzat devlet eliyle Van’dan alınıp Burdur, Isparta, Barla, Eskişehir, Kastamonu, Denizli, Afyon ve Emirdağ’da hapis ve sürgüne maruz bırakıldığı tescilli bir hakikattir. 25 yıllık bu mezalim, en azından vefatıyla birlikte sonlandırılmalıydı; ancak mezarında da rahat bırakılmadığını, parçalatılan makberinden, kaçırılan naaşından anlıyoruz. Bu olay, hukuk adına bir “skandal”dır, ötesi, bir “fecaat”tir. Devlet, bu hukuksuzluğun altında ezilmemeli; bu kamburunu düzeltmelidir. Bu gün itibariyle bu düzeltme, –Halk Partililere değil– Ak Partililere düşer. Çünkü hüküm onlardadır...

5- Her ne kadar kimi Nurcularca, “Mezar yerini biliyorum!” türünden iddialar basına düştüyse de, bunun gerçeklikten uzak olduğu aşikârdır. Eğer “algı” değilse, en saf haliyle bu kabil iddialar, bazı şöhret meftunlarının zan, rüya ve hülyalarına hamledilecek şahsî histerilerdir. Öyle ya, ne de olsa Bediüzzaman, “bir-iki talebemden başka hiç kimse(mezarımı) bilmeme(lidir)” demiştir(!); o bir-iki talebeden biri olmak payesi dururken, şöhret meftunları boş dururlar mı? Evet, Feto’cu Abdullah Aymaz’ın “ben biliyorum” demesinden hemen sonra, mezar kâşiflerinde ciddi bir popülasyon başgösterdi. “Bir-iki” talebe, “onlarcası”na fırladı. Tabii, bu hülyaların, mezar hırsızlarının gönlüne ne inşirahlar verdiğini hep unuttular...

Hâlbuki “karanlıkta” kalan bir yığın nokta vardır; önce bunların aydınlatılması gerekir. Evet, mezarın parçalandığı bir gerçektir. Naaşın çıkartıldığı da... Peki, ya ötesi? İşte o, hala meçhuldür; net değildir. Resmî söylemler, senaryoya benziyor. Neden mi? Çünkü Nursî, naaşının naklini vasiyet etmemiştir; kardeşi Abdülmecid’in de böyle bir talebi yoktur. Cuntacılar, kendi taleplerini, kardeşine dayatmışlardır. Hazırladıkları nakil belgesini zorla imzalatmışlardır. Güya ki Abdülmecid, ağabeyinin mezarını Konya’ya yakın istemişmiş. Hem de 110 gün sonra. Bu bir... 

Karanlıklı noktalardan bir ikincisi: Abdülmecid, bizzat kendisi, cesede bakmadığını, yüzünü görmediğini söylüyor. Bu durumda, nakledilenin kimliği şaibelidir; zira naklin olduğu gün, Urfa’da kaza kurşunuyla vefat etmiş bir asker mevzusu vardır; onun da tekfin ve cenaze işlemleri var. Nakledilen Nursî mi, bu asker mi? Urfalı yazar ve siyaset adamı Abdülkadir İkbal, “askerin kendisidir” diyor. İddiasını, görgü şahitlerinden Hasırcı Mahmut’un ifadelerine dayandırır. Nihayet, aynı şeyi, Şanlıurfa TV’de de dillendirir; hem de Nursî’nin talebelerinden Abdülkadir Badıllı olduğu halde... Merhum Badıllı, itiraz etmediği gibi, “İkbal kardeşim, bu mevzuda salahiyettardır” iltifatında da bulunur. İsteyen, bu programın tamamını aynı kanalın arşivinden izleyebilir...

Mevzuyu teyiden, Abdülmecid Nursî’nin, “Sadece cesede dokundum, sıcak ve yumuşacık idi” sözü, nakledilenin Bediüzzaman olduğunu biraz daha şaibeli kılıyor. Zira Bediüzzaman, vefat ettiğinde 30 kilo kadardı; eti erimiş, kemikleri kalmıştı. Üstelik 110 gün kadardır ki Dergâh’taki kabrinde yatıyor. Bu durumda, “yumuşacık” ve “sıcacık” olması kabil midir? Sebepler âleminde böyle bir durum olabilir mi? Demek ortada bir senaryonun döndüğü muhakkak gibidir; o halde, Bediüzzaman’ın naaşı nereye kaçırıldı? Bunun cevabı devlettedir, devletin arşivlerindedir. Kamuoyu cevabı intizar etmektedir...

Yine, Abdülmecid’in “gözlerim bağlı idi” ifadesi de ayrı bir karanlık noktadır. Amaç, gerçekten bir cesedin nakli ise, kardeşinden niçin saklasın ki? Öyle ya, naklin gerekçesi de “yakın olsun”, “ziyareti kolay olsun” değil miydi? Bu durumda meçhul bir mezarın ziyareti nasıl kabil olacak? Ortada bir oyunun oynandığı açıktır. Resmî işlemler, işin kamuflajı... Kısacası, Nursîyi diri iken “tecrit” edenler, ölüsünü de “tecrit” etmişlerdir; kabrinin ziyaretini bile ona çok görmüşlerdir. Her ne ise... Dünü dünde bırakalım; önemli olan bu gündür. Halk Partisi, kendi zihniyetinin gereğini yapmıştır; ya bu gün? Evet, bu günkülerin ketumluğu anlaşılır gibi değildir. Yedeklerindeki Nurlar, Nurcular ve Nursî’ye rağmen...

6- Bahsi edilen sahte mektubun(vasiyetin) düzmece olduğunun bir başka izahı da bizzat Bediüzzaman’ın hizmetinde bulunanlardır. Hüsnü Bayram, Zübeyir Gündüzalp, Ceylan çalışkan, Bayram Yüksel gibi zatlar... Hiçbirisi, “Üstadımız, bize, beni şuraya gömeceklerdir” diye bir beyanda bulunmamıştır. Gerek sağlığında, gerekse ölüm yatağında... Peki, en sadık ve vefakâr talebelerince de bilinmeyen bir sır, nasıl oldu da en uzağındakilere malum oldu? Demek şu “Isparta’dır”, “Sav’dadır” hikâyeleri, tamamen uydurukça şeyler. Doğrusu, devletin kayıtanlarındadır. Devlet, bu kayıtları ortaya koymalı; Nursî’yi Dergâh’taki mekânına iade etmelidir. Ta ki “mezar”dan şöhret devşirenlerin de dilleri kesilsin...

Sözü, Bediüzzaman’ın esrarengiz “Edaî”siyle bağlayalım:

“Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde,
Said’den yetmiş dokuz emvât, bâ-âsâm âlâma.
Sekseninci olmuştur, mezara bir mezar taş,
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâm’a.
Mezar taşımla pür-emvat enîndar o mezarımla,
Revânım sâha-i ukba-yı ferdâma.
Yakînim var ki, istikbal semavatı ve zemin-i Asya,
Bahem olur teslim, yed-i beyza-yı İslâm’a.
Zira yemin-i yümn-ü imandır,
Verir emn ü eman ile enâma...”

Not: Cümleten Leyle-i Kadrinizi tebrik ve tas’id eder, gelecek Ramazan Bayramının insanlık camiasına barış ve huzura vesile olması dileklerimle...

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir 

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.