‘YENİ’ GENÇLER ‘DİKTATÖRE’ KARŞI!
Etyen Mahçupyan
11 Temmuz 2013 Perşembe 08:36
Laik kesimin tarih sahnesine çıkışı Tanzimat sonrasında sekülerleşmenin bir gelişmişlik nişanesi haline gelmesiyle oldu.
Cumhuriyet bu epeyce amorf bireyselleşme serüvenini, yönetim kadrosunun meşruiyetini ve hayatiyetini sağlayacak bir zümreleşmeye dönüştürdü. Söz konusu laiklik, siyasi alanda Osmanlı dönemindeki Müslümanlığa benzer bir işlev yapıyordu. İntisap eden kişinin eski kimliği geride kalıyor, devlet imkanlarına daha yakın ve/veya kendisini devlet ideolojisinin parçası olarak hisseden bir ‘yumuşak’ cemaatleşmenin parçası olunuyordu. O kadar ki kendi sosyolojik zeminlerini görmezden gelme ve reddetme pahasına, ‘devlet düşmanları’ bile laik kesimden çıktı. Solculuk, devlet imkanlarını kimliksel olarak kullanma fırsatına sahip olanların, aynı devleti ideolojik açıdan daha ileriye taşıma idealinin ve eylemciliğinin adıydı. Dolayısıyla laik kesim kendisini ‘laik kimlik’ etrafında değil solculuk dünyası içinde kimlikleştirdi. En liberal ve kapitalist olanlar bile bir bireysel hayal olarak ‘solcu’ idiler. Devletin ve rejimin sahipleri ise zaten kendilerini ‘ilerici’ saydıkları için solda yer aldıklarını düşündüler. Devletle sol arasındaki çatışma, ‘iyi çocukların yanlış eylemciliği’ bağlamında tanımlanıyor, solcular ise aynı çatışmayı ‘yanlış sistemin iyi yöneticilerine’ karşı yapıyordu. Aksi halde solun her fırsatta askeriyeye yanaşması, militarizme yaslanarak darbe araması, ardından da aynı solcuların pirupak, tertemiz ‘kamusal melekler’ olarak hatırlanması izah edilemez.
İslami kesimin siyasete dahil olması bu kendi içine kapalı idealizmi sarstı. Bizatihi ‘laik kimlik’ etrafında bir ruhdaşlık ve buradan hareketle bir siyasallaşma doğdu. AKP ve daha somut olarak Tayyip Erdoğan karşıtlığı, söz konusu yeni kimlikleşmenin harcını oluşturdu. Laik kesimin önemli bir bölümü için böylece hem ‘birey’ olarak kalmak, hem de bir siyasetin parçası olmak mümkün hale geldi. Gerektiği için CHP’ye oy vermekteydiler, ama aslında CHP’li değillerdi... AKP’nin her yaptığının yanlış olmadığını görmekteydiler, ama yıkılması için taraf olmanın kişiliklerini beslediğinin de farkındaydılar.
Gezi olayları, bu kesimin ruhsal bir sıçrama yaşamasını mümkün kıldı. Bir anda kendi ‘çocukları’ üzerinden geniş bir siyasi mücadelenin paydaşı ve kurmay erkanı haline geldiler. Gezi’nin politik okumasının Gezi’yi politik yapacağını sandılar. Gençlerin üslup reddiyesinin ima ettiği özgürlük talebinden hareketle, bizzat eylemlere özgürleştiricilik atfettiler. Oysa Gezi’nin ilk üç günü sadece bir sıkışmışlığı ve varoluş arayışını ifade ediyor. Kısacası sosyolojik arkaplanın ne denli siyasetsiz kaldığını ve kendisine kamusal alanda kanal açamadığını ortaya koyuyor. Buradaki enerjinin nereye, hangi zihniyete doğru evrileceği ise meçhul ve bu ülkenin, özellikle de laik kesimin ve solun tarihine bakıldığında iyimser olmak için fazla bir neden gözükmüyor.
Belki de bu duyguyla yaşananlar ayıklanıp yeniden kurgulanıyor. Örneğin çatışma keskin bir ideolojik ve sembolik karşıtlık üzerine oturtuluyor: Gençlerin ‘yeni’ olduğu, yani ebeveynlerin eski gençliklerine benzemediğinin altı çizilerek, sosyolojik damarın dışına çıkılıyor. Bunun karşısına da ‘diktatör’ konuyor. Her şeyiyle eskiye ait olan bir despot... Böylece laik kesim geleceği temsil eden muhtemel bir siyasetin hakiki aktörü olarak resmedilirken, ‘diktatör’ öteki kesimin tüm üstü örtük bağnazlığının ve ‘genetik eksikliğinin’ taşıyıcısı olarak mahkum ediliyor. İkinci olarak Gezi, onu saran yanlışlıklar ve kötülüklerden tümüyle azade kılınarak saf ve temiz bir ruh olarak sunuluyor. Şiddet, küfür, taksim denklemden çıkartılıyor ve ayıklama sonucu Gezi’ye ulaşılıyor. Yaşanan Gezi’den bir ‘Gezi’ idealizmi yaratma konusunda son derece güçlü bir psikolojik ihtiyaç var... Bu bağlamda eylemin ve ortak düşmanın ürettiği ilişkisiz cepheleşme halinin ‘çoğulculuk’ olduğu söylenebiliyor. Gezi’dekilerin zekası yüceltilirken, küfür ve hakaretin gerçekte zekanın yetersizliğini gösterdiği, zeka takıntısının akıllı davranışı engelleyebileceği üzerinde durulmuyor ve bunun açık örnekleri görülmüyor. Nihayet ‘Gezi’nin bizatihi ‘iyiye’ dönüşmesi ile birlikte eylemlerin ve eylemcilerin eleştirisi ‘ayıp’ haline geliyor ve bu yönde marazi bir mahalle baskısı kuruluyor...
Sol aktivizm bu tutumu siyaset sanıyor... Postmodern aktivizm ise bizatihi sosyali siyaset sanıyor. Bu kadar sanı varken, geniş cemaatin meseleyi ‘yeni’ kahramanlar yaratarak ve karanlık diktatörün varlığından medet umarak yaşatması epeyce anlaşılır bir durum gibi gözüküyor.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.