YENİ BİR SAVAŞA HAYIR
Orhan Miroğlu
22 Ağustos 2011 Pazartesi 10:17
Kandil’e bomba yağdığı günlerde Antalya’daydım.
Nemin ve sıcağın bu yıl nispeten azaldığı bir yazı yaşıyor Antalya..
Böyle zamanlarda, Akdeniz gecelerinin tadına doyum olmuyor doğrusu. Masmavi bir gökyüzü, ışıltılar içinde oynaşan yıldızlar ve sahile vuran dalgaların sesi, insanın içine huzur veriyor.
Antalya’ya gelip de, Kaleiçi’ne bir gece ayırmadan olmaz.
Daracık sokaklar, eski tarihi evlerden bozma disko-barlardan, sokaklara taşan her çeşit müzik, her dilden her milletten insanın tatlı bir yorgunluk sonrası durup bir mola verdiği restoranlar..
Ay ışığı altında yudumlanan şaraplar..
Antalya Kaleiçi’nde bir restoranı, saçları omuzlarında yakışıklı bir Yezidi-Kürt genci işletiyor geçen sene Kaleiçi’ni gezerken tanışmıştık
Yezidi dostumun işlettiği restoranda boş masa yoktu, işleri yoğundu yani. Bu yüzden, onunla uzun uzadıya sohbet edemedik. Ayaküstü bir merhabalaşma sadece, o kadar. Takıldım ona, İtalyan artistlerine benziyorsun dedim.
Tam da o gece ve o saatlerde Kandil bombalanıyordu, ama bizim bundan haberimiz yoktu..
Şu işe bakın ki, Kandil’in bombalandığı saatlerde biz iki Kürt ayaküstü Zap muhabbetine giriştik. Genç dostum, ‘Zap’a girerler mi yine abi ‘ deyince, ‘sanmam’ dedim, ‘Zap’a girmek neyi çözecek ki?’
O ise, benden farklı düşünüyordu, ‘Girerler’ dedi, ama girdikleriyle kalırlar, Zap’ın geçilemeyeceğini bir kez daha görürler..’ diye de bir yorum yaptı.
Sınırötesi operasyonlar, hava harekâtları, Kürtler’de ortak bir hissiyatın yaşanmasına yol açmıştır hep. Sebep ise sadece PKK’ye verilen destek değildir. Kürtler, bu türden saldırıları her şeyden önce, ‘özgür Güney Kürdistan topraklarına’ karşı girişilmiş ve meşru olmayan eylemler olarak görürler. Her sınır ötesi harekâtta PKK’yi desteklemeyen Kürtlerle PKK arasındaki mesafe biraz daha kapanır ve bu mesafe biraz daha flu hale gelir.
Şiddete, teröre, güç ispatına doymuş bir toplumdur Kürt toplumu. Devletin her seferinde giriştiği güç ispatı ona yaşadığı mağduriyetleri hatırlatır, onu yeniden yaralar. Kürtler’in önemli bir kesiminin, PKK’ye mesafeli durmalarının sebebi de PKK’nin güçsüz insanlara yönelttiği şiddettir.. PKK silahlı mücadeleye değil, siyasal mücadeleye daha fazla güven duyup, son on yılın mücadelesini bu perspektif üzerinden yürütebilseydi, her şey farklı olur ve Kürtlerden daha fazla destek görürdü.
Gelenekten kopmak, paradigma değişikliği yapmak, bir gerilla hareketi için çok kolay değil elbette. Değişim için iç dinamikler önemlidir, ama dış dinamikler daha fazla belirler.
Mandela, ezilen bir halkın kurtuluşu için mücadele ederken, başvuracağı yöntemleri her zaman ‘düşmanının’ belirlediğini söyler.
Bizim 30 yılı bulan şu savaşın tarihi Mandela’nın ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Ortalama vatandaşın ve lazım olduğunda, devlet kullansın diye fikir üreten malum vatandaşın algısında her şey çok basittir aslında.
Bu ortalama algıda hikaye şöyle başlar:
Öcalan bir grup arkadaşıyla Ankara-Çubuk barajında bir toplantı yaptı, burada silahlı mücadeleye karar verildi ve bu gençler okullarını bırakıp mücadele vermek için Kürdistan’a geri döndüler. Sonra Lice’nin Fis köyünde yeniden toplanıp, tarihi bir manifestoyu karara bağladılar. Kürt savaşı, bu manifestoyla başladı..
Peki devlet o esnada ne yapıyordu acaba? Devletin çiçeği burnunda Kürt gençlerinin aldığı savaş kararına uymaktan başka çaresi yok muydu?
Madem Kürt gençleri savaşmak istiyor, hadi ben de savaşayım bari diye mi düşündü devlet? Sanırım bu soruya en makul cevabı değerli dostumuz Cevat Öneş verebilir.
Ama bizler de elimizde hiçbir belge olmadan, sadece tanıklıklarımız ve yüzlerce tanıdığımızın başına gelen felaketlerden çok iyi biliyoruz ki, Kürt savaşı maalesef böyle başlamadı.
Devlet bu savaşı istediği için Kürt gençleri kendilerini bu savaşın içinde buldular.
Kürtler’ in artık hızlı bir uyanışın içinde bulunduğu ve temel haklarını talep etmeye başladıkları bir dönemde devlet, Kürtlerin hangi yöntemlerle mücadele edeceklerine bizzat karar verdi ve bu kararını da hiçbir engelle karşılaşmadan uyguladı.. Sivil ve şiddetten uzak bir Kürt hareketi yerine, silahlı bir Kürt hareketini tercih etti. Ve Kürt savaşı böyle başladı.
Devletin şiddeti tercih etmesi PKK’yi büyüttü ve PKK’yle devlet arasındaki ilişkiler o saatten sonra da diyalektik bir işleyişe kavuştu.
Bu durum, her iki taraf arasında öyle tuhaf bir teamüle yol açtı ki, devlet artık ayağını Kürt savaşından çekmek isterken, PKK, sanki devlete dönüp, bağımsızlığı denedik olmadı, demokratik özerklik için benimle bir otuz yıl daha savaşır mısın diye her eylemiyle savaşa yeni bir davetiye çıkarmaya çalışıyor.
Geçmişte, devletin Kürt hareketini radikalleştiren şiddet seçeneğini harekete geçirmesi ortak bir mutabakatla mümkün olabildi. Bu mutabakatın üç ayağı vardı. Ordu, medya ve İstanbul burjuvazisi. Bu üçlü, Kürt sorununda devletin şiddet politikasını belirlediler ve bu savaş ancak bununla mümkün olabildi. Siyasi partilerin ve hükümetlerin bu üçlü ittifaka boyun eğmekten başka bir işlevleri olmadı.
AK Parti 2002’den bu yana, bu tabloda hakikaten bir Türkiye mucizesi gibi duruyordu.
Yeni bir medya ve Anadolu kaplanları denilen yeni bir burjuvazi, savaşa karşı açık tavır koydu. İstanbul burjuvazisine karşı Anadolu burjuvazisi, İstanbul medyasına karşı, Anadolu burjuvazisinin finanse ettiği yeni bir medya ve en önemlisi de, Kemalizm’in halksız seçkinler cumhuriyetini reddederek, elde ettiği halk desteğini üç seçimde koruyabilmiş bir partinin varlığı sayesinde Türkiye geri dönüşü olmayan bir değişim sürecine girdi.
AK Parti’nin izlediği politika, Kürt sorunu bağlamında devletin bütün paradigmalarının değişmesine yol açtı. Devlet, başlangıçta olduğu gibi Kürtler’in hangi yöntemlerle mücadele edeceklerine karar veren konumunu hızla kaybetti, sözünü ettiğim üçlü ittifak önemli oranda tasfiye oldu.
Bunun sonucunda Kürtlerin legal alanda yürüttükleri mücadele Türkiye’de saygınlık kazandı, sempati topladı, şiddete karşı güçlü bir kamusal alan oluştu, anadille eğitim, demokratik özerklik, Öcalan’a ev hapsi ve müzakere dediğinizde kanı kaynayan bir kamuoyu yok artık Türkiye’de.
Ama bu tablo savaşın kurallarını kendi aralarında belirleyip yola öylece devam etmek isteyen her iki tarafın İttihatçılarını memnun eden bir tablo değildi.
Türk İttihatçıları, tarihte ikinci kez mutlak bir iktidar için yola çıktılar. Ama Ergenekon, Balyoz ve benzeri girişimler başarısızlıkla sonuçlandı.
CHP ve Kılıçdaroğlu da işe yaramayınca, dön dolaş Kürt Mehmet nöbete misali, Kürt siyaseti; PKK, DTK, KCK ve BDP’ siyle AK Parti’ye karşı yürütülen iktidar mücadelesinin en kıymetli alanları haline geldi. Bir takım hatunların ve beyefendilerin birden bire Kürtperver kesilmelerinin hikmet-i sebebi budur. Aynı hatunların ve beyefendilerin Kandil bombalanınca timsah gözyaşları dökmelerine inanmayın. Onlar, üstüne bir de kara harekâtı olsa fazlasıyla sevineceklerdir, bundan da emin olun.
Bu ‘sevincin’ kudretini, çirkinliğini, barındırdığı nefreti ve ihaneti bizim gibi insanların görmesi bir işe yaramaz.
Asıl olarak Başbakan’ın bu gerçeği görmesi ve anlaması lazım.
Bir merkez güç var ve bu merkez güç, Kürt meselesi üzerinden, Başbakan’a, AK Parti’ye ve daha doğrusu Türkiye’ye kendi Vietnam’ını hediye etmek istiyor.
Anlayacağınız, ABD’nin Afganistan’ı işgale teşvik yoluyla Sovyetlere kendi Vietnam’ını hediye etmesi gibi bir durumla karşı karşıyayız.
Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu tuzağı, bu gerçeği görmezlerse, korkarım çok geçmeden Türkiye kendini, kendi Vietnam’ının içinde bulacak.
Bu yüzden ne Başbakan ne Cumhurbaşkanı, PKK’yle savaş Kürtlerle savaş değildir diyenlere inanmamalıdırlar.
Böyle şeyler yazıp, daha fazla güvenlik talep edenlere güvenmek felaket getirir.
PKK’yle savaş Kürtlerle savaştır, zaten hep böyleydi, ama böyle devam edemez.
Öcalan bu gerçeğin farkında ve Vietnam’a dönmüş bir Kürdistan’ı istemesi için hiçbir sebep yok. PKK lideriyle müzakere yeniden başlamalı, yarın çok geç olmadan..
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.