22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara13°C
  • İzmir18°C
  • Berlin1°C

YENİ BARIŞ PARADİGMASI

Arzu Yılmaz

17 Haziran 2016 Cuma 18:13

Savaş tüm şiddetiyle devam ederken ve taraflar henüz bir ateşkese dahi yanaşmazken, ‘barış’ ihtimalini tartışmak çok zamanlı görünmüyor.

Ancak, bugün ya da yarın, nihayetinde bir çözüm arayışının gündeme gelmesinin kaçınılmaz olduğunu iddia edenlere de malzeme yok değil.

PKK hükümetle görüşme talep etti…

Devlet Öcalan’la görüşüyor…

ABD, AKP ve PKK üzerinde barış için baskı kuruyor…

Uluslararası aktörler bir yana, her şeyden önce Türkiye’nin de PKK’nin de bir barış perspektifine sahip olmadığını ikrar etmek gerekiyor. Bir başka ifadeyle, savaşan tarafların bir barış hazırlığı yok.

Çünkü eldeki barış paradigması çöktü…

Yenisini inşa edecek bir zemin ve irade ise bulunamıyor.

Yaşanan bu savaşın kazananı olmasa da devam ediyor ve edecek olmasının belki de en önemli nedeni bu.

Kalıcı ve sürdürülebilir bir barış perspektifinin yokluğunda, kazanmak için değil ama ayakta kalmak için belli ki savaşmaktan başka çıkar yol görülmüyor.

Kürt sorununa çözüm arayışlarına yön veren en uzun soluklu çabalar ‘demokratikleşme’ ideali çerçevesinde şekillenmişti. 2000’li yılların sonuna kadar Türkiye’nin demokratikleşmesi adeta tılsımlı bir reçete gibi sahiplenildi.

Belki öyle de olabilirdi…

Fakat Türkiye, deyim yerindeyse, trene her zaman geçtiği bir önceki istasyondan binmeye çalıştı.

Kürt sorunu çoktan bir kolektif haklar aşamasına geldiğinde, Türkiye bagajında temel insan hakları ile trene binmeye çalıştı,

Kürt sorunu çoktan bir egemenlik paylaşımı aşamasına geldiğinde ise bagaj ağırlaşmış ama tren de çok hızlanmıştı.

Hakkını yemeyelim…

İmralı süreci sürekli kaçan trene yetişmekten yorulan herkese iyi geldi. Hem Türk devleti hem Kürt siyasal hareketi için vagonlara yetişmek yerine lokomotifte kendi yolunu ve hızını belirleme imkanı bulmak oldukça cazipti.

Çok tartışıldı ama bir daha söylemekte fayda var: bu kez de birlikte yaşamanın koşullarını bir bir örecek ve nihayetinde barış istasyonuna varacak değil, birleşerek büyüme hedefinin güdüldüğü bölgesel savaşın içinden geçen bir yol tutturuldu.

Günün sonunda tren savaş yolunda ilerlemeye devam ediyor ama önündeki istasyonlar birleşme yerine bölünmeye ve var olmanın hayatta kalmaktan ibaret sayıldığı bir daralmaya işaret ediyor.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt halkına, birlikte yaşama koşullarına dair yaptığı en açık ve somut öneri şudur: ‘Ya silahlarını bırakacaklar, gömecekler, betonlayacaklar, koordinatlarını da verecekler ya da bu topraklardan çekip gidecekler’.

Yaşamı başını koyacak dört duvar inşaatından ibaret sayan aklın ‘konut kredisi yardımını’ bir tarafa bırakırsak, Kürtlere söylenen ‘ya bu toprakların altına ya da dışına gideceksiniz’…

Ortaya bir güç gösterisi olarak konulan bu şiddetin aslında içine düşülen zafiyetin faş olmasından başka bir şey olmadığını görmemek için kör olmak gerekir.

Çünkü Türkiye yalnızca ‘Güneydoğu’sunu değil, Kürtleri de kaybettiğinin farkına vardı artık. 7 Haziran seçim sonuçları bugüne kadar Kürtleri Türkiye ile bir arada tutan dil, kültür, din, tarih ve toprak gibi ortaklıkların silikleştiği ve etnik referanslı siyasal bir kimlik etrafında Kürtlerin yeni bir birlik duygusuyla hareket ettiğini gösterdi.

Evet bu sonuçlar bir ‘bölünme’ arzusunun ifadesi değildi. Ama birlikte yaşamanın koşullarının artık ‘tek millet, tek devlet’ torbasına sığdırılamayacağı da aşikardı.

Üstelik HDP’nin kazandığı temsiliyet kabiliyeti, bu ‘tehdit’i çeperden merkeze taşıyordu…

Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında kurduğu köprü işlevi bir yana, HDP aslında Kürt siyasal hareketinin devrim stratejisinde bir değişimin/dönüşümün ifadesiydi. Birçok devrim hareketinden farklı olarak PKK çeperde örgütlenmeyi ve iktidarı ele geçirmeyi önceleyen bir strateji benimsemişti. Ama Türkiye’nin demokratikleşme treniyle macerası misali, PKK de devrim trenini yakalamak için zamanla bagajını yeniledi. Nihayetinde, devrim merkezin dönüştürülmesi üzerinden yeniden tanımlandı. HDP ise bu idealin gerçekleştirilmesine en fazla yaklaşan siyasal güç oldu.

Kadim müesses nizamın 7 Haziran seçimleri ertesinde harekete geçmesinin nedeni de buydu zaten. Ve müesses nizam, merkezdeki kontrolünü kaybetmektense Kürtleri kaybetmeyi göze aldı.

Ancak, Türkiye’nin kaybettiği Kürtleri Kürt siyasal hareketi kazandı demek, hatta kazandıklarını bile elinde tuttuğunu iddia etmek zor.

Her şeyden önce Kürt siyasal hareketinin yıllardır yatırım yaptığı Türkiyelilik projesi çöktü.

Bir barış paradigması olarak Türkiyelilik, sözkonusu ‘demokratikleşme’ trenine devrimi eklemleyen bir vagondu. ‘Türkiye’nin demokratikleşme çerçevesinde Kürt varlığını açıkça tanınması’ hedefiyle ‘Türkiye’deki demokrasi güçleriyle’ işbirliği yapılacak ve ‘Kürt sorunu ancak Türkiye demokratikleştirilerek çözülebilecek’ti…

Garip olan şu ki, Türkiye savaş pratiğini açıkça söylemine yansıtırken, Kürt siyasal hareketi hala aynı söylemde ısrar ediyor.

Ne demokratikleşmesi?

Hangi demokratik güçler?

Biz görmüyorsak siz gösterin…

Eğer HDP ‘bileşen’leriyse kastınız,

Hani nerdeler şu savaş bir bir canları alırken?

Cizre hala soruyor: ‘Bodrumlar cayır cayır yanarken üçü-beşi burda, peki ya ellisi nerdeydi?’

Hiç unutmuyorum…

7 Haziran sonrası bir Diyarbakırlı’ya ‘Selo Başkan’ın halini nasıl görüyorsunuz?’ diye sormuştum…

Bana, ‘iç güveysinden hallice’ demişti.

Günün sonunda Kürt siyasal aktörleri bir ‘iç güveysi’ kadar bile destek göremez oldu. Dün DBP Eşbaşkanı Kamuran Yüksek hapse girdi, bugün Figen Yüksekdağ’ın evine polis baskın yaptı, yarın kim bilir Selahattin Demirtaş’ın başına ne gelecek…

Sesini yükselten yok.

Ne Kürtlerden,

Ne de ‘harekete geçmesi’ beklenen demokratik güçlerden çıt çıkmıyor.

Belli ki bu sayfa kapandı.

Yeni bir sayfayı aralayacak bir paradigma değişikliği ise ortada yok.

Kimse kendini kandırmasın… (Birikim)

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.