23 Kasım 2024
  • İstanbul12°C
  • Diyarbakır15°C
  • Ankara15°C
  • İzmir20°C
  • Berlin1°C

YEDİ MİLYAR

Ahmet Altan-

01 Kasım 2011 Salı 09:14

İnsanlar çoğalıyor.

Belki de en iyi biçimde yaptıkları iş bu.

Milyonlarca yıldan beri sürekli çoğalıyoruz.

Üstünde doğduğumuz, uzayın bu en minik gezegenlerinden biri olan Dünya’ya gün gelecek sığmayacağız herhalde.

Gezegenimizin önemsizliğiyle tezat bir şekilde kendimizi önemseyen bir türüz, gezegenimiz bizim için uzayın merkezi, her birimiz de bu gezegenin merkeziyiz.

Şimdi yedi milyar merkez olduk.

Bir “merkez” olduğumuzu, önemimizi kanıtlamak için hep başkalarından farklı olmak isteriz.

Bazılarımız farklılığımızı tek başına yaptığı işlerle ortaya koymaya çalışır, bazılarımız ise bu “farklılığı” bir gruba, bir ırka, bir dine, bir mezhebe dâhil olarak, dâhil olduğu grubun diğer bütün gruplardan daha iyi olduğuna inanarak kendine kanıtlamaya uğraşır.

Bu farklı olma isteği belki de insanoğlunun değişim ve ilerleme motoru.

Bu motorun yakıtı da bencilliğimiz, kendimize hak gördüğümüzü başkasına hak görmememiz, çifte standardımız, eşitlikten hoşlanmayışımız.

Tarih, diğerlerini yok sayan, daha da beteri diğerlerini “yok eden” grupların, toplulukların, ırkların, dinlerin, milletlerin hikâyesi.

Hayata, bu tarihin “öneminin” içine gömülerek bakarsanız her şey size anlamlı gözükür, biraz geriye çekilerek bakarsanız her şey size saçma gözükür.

Sanırım, hayatı anlamlandırma, biraz da hayata bakış “mesafesiyle” ilgili.

Geriye çekilip baktığınızda, evrenin en önemsiz gezegenlerinden birindeki bu “önemlilik” yarışı size komik gelecektir.

Niye birileri birilerinden daha önemli olsun, kendi başına bir ışığı bile olmayan, aydınlanmak için Güneş gibi bir yıldızın ışığına muhtaç durumdaki bu gezegenin üstünde.

Ama bu manasız inanış olmasaydı belki de yeryüzünde hiçbir şey olmazdı, insanlar ne savaşır, ne teknolojik buluşlar gerçekleştirir, ne kitap yazarlardı.

İlerleyebilmek, gelişebilmek için, geliştikçe anlamsız bulacağımız bir kusura sahip olma mecburiyeti, insan türünün herhalde en zavallı çıkmazlarından biri.

Bu “kusur” ilerlememizi sağlıyor ama “mutlu” olmamızı sağlamıyor.

Yeryüzü, yoksul ve aç insanlarla dolu.

Başka bir acıklı komedi ise aslında yeryüzünde herkese yetecek kadar yiyecek olması.

Zengin ülkeler, yoksul ülkeleri doyurabilecek kadar çok yiyeceği çöpe atıyorlar.

Binlerce kilometre öteden birbirimizi görerek konuşabiliyoruz ama eldeki yeterli yiyeceği herkese dağıtmayı beceremiyoruz.

Hepimize yetecek kadar yiyeceğimiz ve suyumuz olduğu halde birçoğumuz o yiyeceğe ve suya ulaşamayarak ölüyor.

Bir ucumuz ışıklar içinde koşarken, bir ucumuz karanlıklar içinde mefluç vaziyette sürünüyor.

Bu saçmalık bizim kendimizi “önemli” görmemize engel değil tabii.

Ama “koşanlar”, “felçlilerin” olduğu bir dünyada o kadar hızlı koşamayacaklarını fark etmeye başladılar.

Neticede hepimiz, aynı küçük ve önemsiz gezegenin üstünde yaşıyoruz.

Kimsenin “henüz” ayrılıp başka bir yere gitme lüksü yok.

Belki de bu yüzden yavaş yavaş herkes “başkalarını” da fark etmeye başladı, “önemliliğin” tarifi belki de bu yüzden ucundan kenarından değişiyor, şimdi diğerlerinden zengin, başarılı, ışıklı olmak değil, “diğerlerini” de aynı çizgiye çekmek, birleşmek, bütünleşmek ve bunu başaracak adımlar atmak birinin “önemini” gösteren bir iş oluyor.

Eskiden birbirinden mümkün olan en hızlı biçimde “kopmaya” çalışanlar şimdi “bütünleşmeye” çalışıyorlar.

Gezegenimizin evrenin merkezi, her birimimizin de bu gezegenin merkezi olmasından taviz vermiyoruz ama “önemli” olmak için içine girdiğimiz grubun tarifi ve sınırları değişiyor, içinde yaşadığımız “eski” grubun kimliğinden ağır ağır sıyrılıp, “dünyalı” gibi yeni ve daha kapsayıcı ortak bir kimlik edinmeye doğru yol alıyoruz.

Bu, o kadar da kolay değil.

Bütün tarihimiz sürekli ayrılmak, parçalanmak, “diğerlerinden” farklılaşmak macerası iken şimdi binlerce yıllık tarihin içimizde bıraktığı tortulardan temizlenip, “diğerleriyle” birleşeceğimiz yeni bir tarihi başlatmak öyle hemen olmuyor.

Ama en azından “farkında” olma aşamasındayız, Paris’teki evinde otururken Van’daki depremi, İstanbul’daki evinde otururken Somali’deki açlığı, Norveç’teki evinde otururken Darfur’daki katliamı görebiliyorsun, “başkaları” adına korkmayı, üzülmeyi, telaşlanmayı öğreniyorsun, bunları öğrendikçe de başkaları “başkaları” olmaktan çıkıyor usul usul.

Ama usul usul...

Zaten onun için yedi milyarıncı bebek doğarken, altı milyarıncı bebek hâlâ açlıktan ölüyor.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.