YAZMAK
Ufuk Uras
09 Kasım 2015 Pazartesi 01:33
Çetin Altan’ın vefatında, “memlekette herkes köşe yazarı, o ise fıkra yazarıydı” diye yazmıştım sosyal medyada. Doğrusu aklıma gelmezdi bu sözden kısa bir süre sonra, günlük yazı yazma faaliyetinden 1 yıllık zorunlu ayrılığın ardından, yine yazmaya başlayacağıma. Demek ki, büyük laf etmemeli, küçük lokma yemeli. Neden yazarız? Tabii ki görüşlerimizi ifade edip, başkalarıyla paylaşmak için. Ama ya herkes kendi gettosunda yazıp duruyor, üstelik de bu iletişim çağında, kimse kimseyi dinlemiyorsa?
Herkes kendi sözüne ne kadar âşık. Genel seçim sonuçlarından hepimizin çıkaracağı dersler olmalı. “Kendin söyle, kendin işit”in sınırları belli. O zaman kendi benzemezlerimize ulaşmak, başka bakış açılarıyla tartışmak, her zaman anlaşamasak bile birbirimizi anlamaya çalışmak, kendimizden başkasını yok saymamak faydalı olabilir. Ne söylediğimiz konusunda anlaşmalıyız ki içeriğiyle ilgili ayrışabilelim. “Çerçev” (Çarcave) Kürtçede dört köşe demek. Çerçevede uyum olmalı ki içeriğini herkes istediği renklere boyayabilsin.
Nasıl bir Türkiye istiyorsak bugünden öyle davranmamız gerekmez mi? Eninde sonunda hepimiz o büyük yatakhane diyebileceğimiz, toprak altında buluşacağız zaten. Orada hepimiz hiç değilse bedenen birbirimizin aynısı olacağımıza göre yaşamı mezarlığa, tek tip bir dünyaya çevirmenin anlamı yok. Çok kimlikli, çok kültürlü bir ülkenin inşasından yanaysak, bu durum farkı anlam iklimlerini buluşturan birçok anlamlılığı gerektiriyor. Çok anlamlılık yerine anlamı sabitlemenin anlamsız bir iş olduğu ortada. Nazım Hikmet’le Peyami Safa’nın aynı gazetede birbirini kıyasıya eleştirdikleri zamanlar geride kaldı.
Şimdi herkes kendi dünyasında kendisi gibilerle konuşuyor. Kendimiz konuşup kendimiz dinliyoruz. Kendi kendine konuşana tuhaf bakılırdı. Şimdi cep telefonları çıktığından beri ortalık kendi kendine konuşan insanlardan geçilmiyor, telefonun ucunda başkaları olsa da muhabbetler bile tek tipleşti gibi. Temel’i uçakta telefonla konuşmayın diye uyarıyorlar. “Konuşmuyorum ki sadece dinliyorum” diyor.
“Konuşan Türkiye” deniyordu ama boş konuşan, sadece konuşan geveze bir topluma dönüştük. İnsanlığın önce duyduğu, sonra konuştuğu tahmin ediliyor. Ama bu Türkiye’de geçerli değil. Dinlemeden konuşmaya devam ediyoruz. Böylesi de mümkün ama işe yarayacağını sanmıyorum. Çetin Altan’a zamanında “dönek” diyen de oldu, viski içiyor diye kınayan da. Zahmet edip yazdıklarına bakmadılar; bugün ondan geriye yazıları, fikirleriyle edebî çalışmaları kaldı hayatımızda. Kutuplar Toplumun çok kutuplaştığı yaygın bir ortak kanı oldu.Bir de “tek kutuplu” lafını çıkardılar. Hem tek hem kutup olur mu? Kutuplaşma bazen ilerletici de olabilir. Sorun kutuplaşmaktan çok, kutuplar arası ilişkinin mahiyetinde yatıyor.
Batılı toplumlar kutuplaşmayı içerdiği ve bunu ilerleyici bir dinamik haline getirdikleri için bir eşiği aştılar ve hepimizi peşinden sürüklediler. Kendi perspektifinizi başkasına dayatma ise, karşıtını pekiştiriyor. Her şeyin başı birbirini ikna etmekten ve rızasını almaktan geçiyor. İnsanlık artık başka türlüsüne razı değil. Küresel ısınma sayesinde kutupsuz bir dünyaya doğru hızla ilerliyoruz. Az bir gayretle ısıyı bir derece daha artırma başarısını gösterirsek zaten “sen sağ, ben selamet” durumu olacak.
Küresel risk hepimizi eşitleyecek.
O yüzden çok kutuplulukta bir sorun yok. Kutuplar arasında medeni bir ilişki kurma sorunumuz var. “Seçimkolik” haline gelmek bu kutupların mahiyeti üzerine soğukkanlı bir tartışmayı güçleştirdi. Şimdi belki bundan sonra bizleri var eden fikirleri çoğaltmak ve karşılaştırmak faaliyetine yoğunlaşmak gerekiyor. Yeter ki tek fikirli, sabit fikirli olmayalım. Daha güzel bir dünya ve Türkiye’nin yolunun buradan geçtiğine inanıyorum.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.