27 Aralık 2024
  • İstanbul8°C
  • Diyarbakır6°C
  • Ankara6°C
  • İzmir11°C
  • Berlin4°C

YAŞASIN NAMEVCUDİYET…

Ersin Tek

15 Temmuz 2010 Perşembe 11:27

 

‘‘İşin en saçma tarafı, en saçması bile filozofun birinin söylemiş olması.’’ (CİCERO)  

Söylenmemiş, yazılmamış bir şey var mıdır? Bunu söylediğim veya yazdığım an’da zaten böyle bir şeyin olup olmaması artık önemsiz kalıyor gibi, değil mi? 

Şu gök kubbe atında, kaldı mı bize bir şey, gizli saklı, yokluk adında, hiç var edilmemiş bir şey? 

Kaldı mı dersiniz? 

Zannetmiyorum… 

Herkes içindekini kusmuş bizden önce, hem de ağız dolusu, yürek dolusu, beyin dolusu; ister âlim, ister filozof, ister başka bir şey… 

Fark sadece adlandırmadadır belki; hepsi o kadar. 

Bıçak sırtında varoluşumuz. Kalbimiz, düşüncelerimiz tarafından kuşatılmış ve kemiriliyor. Sancılıyız, sarsılıyoruz, titriyoruz, tükeniyoruz… Sığınacak sığınak yok, bizden öncekilere de yoktu. Yeni bir şeyi yaratım, doğurmak, yalan, boş, boşuna, sancılı, aptalca, aldatıcı… 

Bizden öncekiler gördü, bildi, yaşadı ve kustular kusacaklarını, sonra da masalı bitiremeden bir uykuya teslim düşüp, çekip gittiler. 

Arkalarından söylenip duruyoruz işte, tekrar ediyoruz sadece, hikâye hep aynı hikâye, sonra da bağırıyoruz; lanet olsun bu hayata, bu dünyaya, bu feleğe…

Bizim de, kendi yaşadıklarımızla ilgili sözlerimiz eksik olacak hep. Kendi kendimize düşman kesildiğimiz an’da da hırslanıp, daha çok suskunlaşmak zorunda kalacağız…

Kendine göre çözümü ve suçluyu: ‘‘Yaşasın namevcudiyet’’ da buluyor Cioran. Cioran’ın deyişiyle doğmuş olmak sakıncalıdır. Gerçekten öyle mi? Tek suç doğmuş olmakta, varolmakta mıdır? Ya da çözüm, hiç varolmamakta mıdır? 

Nedir, bize bu ıstırabı yaşatıp da, bu dünyaya, bu hayata lanet okutturan. 

Gerçek suçlu kim? 

Evet. Belki doğum, birlikteliğimizin başlangıcı ve aynı zamanda bütün bu lanet sürecin sebebi… Bir ok saplanıp kalmış içimizde. Çıkartamıyoruz. Kelli felli sözler, trajik intihar teşebbüsleri de yeterli değil bunu açmaya, bundan kurtulmaya…

 Kendimize hainiz. Tarifsiz bir bozgun yaşıyoruz. Bozuluyoruz. Ruhumuzu yitirtiyoruz. Kime doğuyorsun önemi yok, ölü doğumlara zincirlenmişsen… 

Ya, ruhumuzdaki bu ıstırap, bu varoluşsal dayanılmazlık tam olarak nedir? 

Nuayme diyordu ki: ‘‘Evet dostum! Her şeyin bir zıttı ya da karşıtı vardır… Hayat hariç. Sadece hayatın ne zıttı ne de karşıtı vardır. Ölüm, hayatın karşıtıdır. Her doğan ölür. Ama sözünü ettiğim hayat doğmamıştır; nasıl ölebilir ki?’’

Nedir hayat? 

Anlamıyorum, anlamına eremiyorum, dolmuyorum… 

Hayat, bir muamma ki; anlama adına kurduğumuz tüm denklemler içimizin bir yerlerinde infilak ediyor. 

Gözlerimiz ufuklarda, ölüm trenini bekler bir vaziyette. Kaderimiz bekleyişlerin bir birikintisi misali. Çoğalıyor, bitiyor, bitiriyor… Umutsuzluğun son sığınağı kader… Şifreleri asla çözülemeyecek. Tanrı’nın bir sırrı, sadece... Kendi kendine konuşan, ağlayan, gülen, gizemleşen, aptallaşan, acımasızlaşan, belirip belirip kaybolan bir olasılıklar dizisi… 

En çok da kadınlar sever kaderi; hayata yayılan heyecanlı fısıltıları… Verdiği kararları kadere yükler durur. Ezilen yanından fısıldaşır. Bir mektup içinde pencereyi açar, avunan gönlüne... Kendisi olup olmama arasında ezilir durur. Filozofun ağzında iğrenç bir yaratık olur çıkar, en sonunda. Havasız kalır. Etrafa yayılmış erkeğin varoluşu üzerine kapanır, saf bir çocuk gibi; sonra bedeninde, kalbinde, ruhunda acının, acımasızlığın, gerçekliğin kurşunları boşalır, düşer oracıkta, asırların enkazı artık oracık da daha bir savunmasızdır. 

Sonra ahlar vahlar, ikiyüzlü kahramanlar, kelimeler yeşerir. Kısa bir hikâye olarak kalır insanlığın dilinde sadece, iblisten emanet… 

Günler geçer, geceler erir, zaman yenisini doğursa da ayrılıklar biter, dışarıda ise basit olanı karmaşık hale getirmenin çabasında içinde olan biz insanlar, hâlâ öylece duruyoruzdur. 

İnsanın trajedisi… 

Kanımız varoluşun damarlarında akıyor olmalı. Acı ve endişenin renginde. Umudun uzak köşesi olmalı burası. Mutluluk an’ının öncesi… Kaldığımız yerden devam edebilme ihtimalinin sıfır, karanlığın fırtınalarının gömülü olduğu nokta… 

Yüksek yollar, zevk dolu ebedi cennetin özlemi ile duruyoruz belki. Mezarımızın yanında durmuşuz. Kendi çığlıklarımızı, mutluluk teranelerimizi dinliyoruz. Görmüyoruz ama. Gözlerimiz kapalı. Çelikten duvarlar tenimizde örülmüş. Alev alev yanan gözlerin perdeleri bunlar. İyi niyet taşları ile örülü, bu özlemin yolları. Kim ördü? 

İyi niyet taşları, yanan ayaklarımızı uyuşturuyor. Unutuyoruz. Sisli ve muhayyel bir ömürden geçtiğimizi... 

Böyle geçer. Ve biter elbet. Bir yağmurdan önce, bulutlara kanıp gideriz. O kadar. Bir ölüm, bir tufan düşsün peşimize, hiç susmadan. Durmadan içimize sızsın. Zamansız. Dalıp giden ruhumuza aldırmadan… İncinen yanımıza bir darbe daha indirsin, çok mu… Bir şey çıkmaz. Vurup, yıksın, geçsin... Yeter ki, şahadetin bardağında sunsun kendini. Dağın arkasındaki, çok yakınlaşmış bir meltem gibi essin. Yaralı tarafımızdan içeri sızsın. Şikâyet edersek namert olalım. Acımasız yalnızlığımızı, gecelerin tenhalığındaki soluğumuzu söküp alsın içimizden, yeter… 

Sonra belirsizlik kadar belirlenmiş bir yol/culuk başlayacak. Ateşe yürürüz. Cebimizde ateşimizi taşırırız ateşe. Zamanını, dilini mukayyet eden bir ateş bu… 

Tek istikamet, tek çıkış cehennem. Cehennemimiz. Cehennemimiz daha sahici, yaşanmamış, yaşamamışların cennetine göre. Değiştirilmez asla. Kendi yolundan alıkoymayan, susuzluğuna susuzluk ekleyen cehennemimiz. 

Cehennem, kendini kendin yapma yeri; Gel de şimdi cenneti iste, kendin olmayan kendin için… 

Artık kendi cehenneminde yanmak var sadece. Yanıyoruz…

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.