21 Kasım 2024
  • İstanbul9°C
  • Diyarbakır13°C
  • Ankara14°C
  • İzmir20°C
  • Berlin3°C

YAKIN TARİH DERSLERİYLE SÜRECE BAKMAK

Aziz Mahmut Ak

03 Mayıs 2013 Cuma 08:40

Rüyanın gerçek hayattaki süresi aslında çok kısaymış. Uyurken gördüklerimiz bizi uzun uzun diyar diyar gezdirip terletse de, pembe dizi film misali sürmesini istediğimiz tatlı anlardan bir anda koparıp sevincimizi yarıda kesse de, iki görüntünün de gerçek hayattaki karşılığı azami 90 saniye imiş. Keşke toplumsal hayatta yaşanan tarihsel süreçler rüya gibi olsaydı; uzun ama aslında çok kısa. O zaman ömür denen şeye daha neleri sığdırmazdık ki…

Bu arzuyu yakalamak elbette imkansız, ama yine de bizim kuşak devrimcilerinin kısacık hayatlarına çok şey sığdırdıklarını düşünüyorum. Zaferler, yenilgiler; atılımlar, duraksamalar, gerilemeler; coşku dolu yılların ardından kahır dolu yıllar vd. Bu yüzden hem çok şanssızız hem de çok şanslıyız. Şanssızız, çünkü her değişim kavşağı bizi yıprattı; şanslıyız, çünkü yaşananlar bizi olgunlaştırdı. Artık bir başlangıca bakınca sonunu kestirmede pek zorlanmıyoruz.

Her birimizin farklı kimlik ve pozisyonlarda yaşadıkları, aslında gelecek kuşaklar için deneylerden damıtılmış bir bilgi hazinesi niteliğindedir. Şu kısacık hayatta neler görmedik ki; kaleler yapıp yıktık, tapınaklar yapıp yıktık, ideolojiler yazıp sildik, bayraklar yapıp değiştirdik, adlar koyup değiştirdik, hedefler belirleyip çaktırmadan tersine döndük vb. Her bir değişim hamlemiz farklı yaşanmışlıkların sonucuydu. Düşe kalka yol yürüdük, halen yürüyoruz… Bazıları ilerletici, bazıları geriletici bunca değişim kavşağından sonra içimizde aslına bağlı kalanların, küçük derece kaymalarıyla da olsa eksenine tutunarak yol yürüyenlerin sayısı çok azaldı, ama yine de yürüyoruz…

Dün olmuş gibi hatırlıyorum… Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin yıkılışına adım adım yaklaşılan günlerde biz tıfıllar, lider ağabeylerimizden daha endişeliydik. Çok soru sorardık, aldığımız karşılıklar çoğunlukla “daha iyi olacak” olurdu. Bir Kürt atasözü, “xwediyê mirî kor e” der. Ağabeylerimiz de göz göre göre göçmekte olan kalemiz için hiç endişeli değillerdi. SBKP’nin, dolayısıyla SSCB’nin başına geçmiş olan Mihail Gorbaçov (hayranlarının “Gorbi Yoldaş”ı) durmadan yıkım sinyalleri veriyor, ama Marks ve Lenin’den alıntı yapmayı da ihmal etmiyordu. Yıkımın ismine dönüşen slogan çok hoştu: Glasnost ve Perestroyka (Açıklık ve Yeniden Yapılanma)!.. Bu yeniden yapılanma projesi Brejnev’in devlet başkanlığı döneminde üretilmiş, ancak Gorbaçov döneminde uygulanabilmişti.   

Gorbi’nin Marks ve Lenin sosu çabuk eridi, biz tıfıllar endişelerimizde haklı çıktık. O sosu biz ağabeylerimizden daha erken fark etmiştik. Ve derken üç yıl içinde sosyalist sistem çöktü. Ama yine de ağabeylerimiz daha haklıydı(!) Yıkım gerçekleştiğinde, “daha iyi olacak”ın yerini bu kez, “Bakın, bu geri dönüş karşısında Sovyet halkları da direnmedi. Çünkü zaten bir çürüme ve bunun yarattığı öfkeden kaynaklı bir şişme vardı. Gorbi’ye düşen sadece iğneyi batırıp balonu patlatmaktı, onu yaptı” türünden cümleler aldı. Anlayacağınız, her şeye bir izahları vardı. Her neyse, öyle de deseler, böyle de deseler, sonuçta sosyalist sistem çökmüştü gerçekten.

İmralı’da MİT ile sürdürülen barış görüşmeleri, bu kapsamda PKK Lideri Öcalan’dan yansıyan ve Kürt tarafını pek de memnun etmemesi gereken görüş ve çağrılara zorlanarak uyum sağlama çabaları, tepkisizlik ya da hep hayra yorarak aktarımlar, bana Gorbaçov’lu yılları hatırlattı. Dilerim bu hızlı uyum ya da tepkisizlik bir şokun ürünü olsun, çok önceden girilen bir beklentiden kaynaklı olmasın. Çünkü şoklar kısa sürer ve her şey yine doğal seyrine döner. Fakat önceden böylesi bir sonuç için beklentiye girilmişse işin rengi değişir; liderin görüş ve çağrıları sadece bir vesile olur, adımlar yön değiştirir, geri dönüş süreci başlar...

Olası beklentiden kastım mücadelede araç ve yöntem değiştirmek değil; örneğin silahlı mücadeleden kentlerde kitle eylemliliğine ya da sivil itaatsizlik tarzına geçmek değil. Bu her zaman mümkündür ve eğer bir siyasal hareket buna ihtiyaç duyuyorsa yadırganacak bir tarafı da yoktur. Fakat Öcalan’ın görüş ve çağrıları mücadelede araç ve yöntem değiştirmekle sınırlı değil, Kürt ulusal hareketi açısından bariz bir hedef ve zihniyet değişimine işaret ediyor. Bu köktenci hedef ve zihniyet değişimine dair önceden birikmiş bir beklenti varsa, bizi asıl endişelendirecek olan budur. Çünkü söz konusu değişim çağrısına sömürgeci pozisyonundaki Türk iktidarının inanılmaz derecede alkış tutması bile Kürt siyasallaşmış tabanında şüphe uyandırmaya yetmiyorsa, bu halden endişe etmemek elde değil.  

Gerilla hareketinin kazanımları Kürt emeğinin ve bedelinin bir ürünüyse eğer, bir manipülasyona uğramaması için çırpınmak doğal bir Kürt refleksidir. Olası manipülasyondan maddi çıkar veya Kürtlük adına siyasi çıkar beklentisine girenlerin şu gerçeği bilmelerinde yarar var: Bu denli emek ve bedel içerikli bir yapının düşünsel veya fiziksel yaygın yıkımı, davasında samimi hiçbir Kürt siyasetçisine fayda sağlamaz. Bilakis bir süre herkes bu enkazın altında kalır ve Kürt ulusal mücadelesinde genel bir gerileme yaşanır. Bu nedenle, kalabalıklar tarafından “ilkel milliyetçi”, “provokatör”, “barış karşıtı” gibi suçlamalara muhatap olmamak için olup bitenleri sessizce geçiştirmek doğru bir tutum olamaz.

Gelinen ve halen gelinecek olan süreç hakkında şimdi konuşmayacaksak ne zaman konuşacağız!? Çünkü önümüzde, Kürt gençlerini “Bağımsız Kürdistan” hedefiyle dağlara çıkarmış, günümüzde ise Kürtler için devletleşme projelerine sıcak bakmadığını ilan eden güçlü bir siyasal merkez var. Dahası cumhuriyet dönemi başkaldırılarında Türk egemenlerin Kürdü ‘ikna’ etmek için kullandıkları “Çanakkale ruhu”, “Misak-ı Milli beraberliği”, “İslam kardeşliği” gibi hileli argümanların artık Kürtler tarafından seslendirilmesi dönemine kapı aralama var.

Kuşku yok ki son 50 yıllık Kürt ulusal mücadelesinin düşünsel ve davranışsal birikimleri, böylesi geri düşüşleri geçici kısa süreçler olarak yaşamaya mahkum edecek kadar güçlüdür. Ancak bu böyledir diye bu tür zihniyet değişimi evrelerini hafife almak, nasıl olsa yılların birikimlerine çarpıp geri döner demek, tahribatı artırmaktan başka şeye yaramaz.

***

Peki, bu zihniyet ve hedef değişimi startına, yani Kürt ulusal duruşu için bedeli ağır olabilecek yeni konsepte en çok kimler alkış tutuyor: Türk Hükümeti, Türk sermaye sınıfı, Kürt sermaye sınıfı, Batılı emperyalistler, Güney Kürdistan Hükümeti, Kürt siyasetinden ekonomik veya siyasal menfaat sağlayanlar, PKK karşıtları, ana akım Türk medyası, ana akım Kürt medyası, Türkiye solu… İlginç, değil mi? Bu kadar farklı ekonomik, sosyal ve siyasal pozisyondakilerin aynı noktada buluşmaları ilk bakışta çok şaşırtıcı gelebilir, ancak gerçek de bu.

Denilebilir ki bunca taraf/kesim aynı noktada buluşuyorsa, bu, mevcut süreci başlatan kararın Kürt halkı açısından da doğru olduğunu göstermez mi? İşletilen sürecin saydığım farklı taraflarca/kesimlerce sahiplenilmesinden, bunun, iki paylaşım trajedisinin mağduru Kürt halkı için de otomatikman olumlu olacağı sonucuna ulaşılamaz. Unutmayalım ki, Kürtler tarihte hep böyle çok taraflı anlaşmalarla alenen zincirlendiler.

Gelelim taraflara/kesimlere…

* AKP Hükümeti, kendisine biçilen bölgesel aktörlük rolünü Neo-Osmanlıcı emelleriyle birleştirip projelendirerek, bu süreçten her bakımdan karlı çıkma peşinde. Büyük projenin, muhatabına umut aşılayan şatafatında, Türk varlığının tahammül kapasitesi oranında uygulayacağı sınırlı yurttaşlık haklarıyla Kürt ulusal duruşunu eritebileceğini hesaplıyor.

* Türk ve Kürt sermaye sınıfı, bu uzun vadeli projede yeni entegrasyon sürecine atfedilen önemin farkında. Ve bunun gereği olarak her bir holding, Kürdistan’a yapılacak ekonomik yatırımlarda en büyük ihaleleri kapmanın hazırlıklarını yapıyor. Yatırımlarda devlet hazinesinin bonkör davranacağının ön haberleri daha şimdiden Türk gazetelerinin manşetlerine taşındı bile.

* ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi batılı devletler, Ortadoğu’daki enerji ve pazarın yeniden paylaşımında Türk iktidarına biçtikleri rolün bir gereği olarak, PKK gibi güçlü bir örgütün Türk iktidarıyla birlikte davranmasını, dolayısıyla Batı Bloku’na dahil olmasını hararetle destekliyorlar. PKK’yi Batı Bloku’nda tam konumlandıramasalar bile, en azından blok karşıtı kulvara girme ihtimalini ortadan kaldırabileceklerini umuyorlar.

* Kürdistan Federe Hükümeti, Irak Hükümeti’yle yaşadığı sorunlara yeni sorunlar eklememe politikasının gereği olarak, Batı Bloku ve Türkiye ile iyi ilişkilerini sürdürme adına süreci olumlu buluyor. Bağımsız devlet kurma hazırlıkları çerçevesinde yakalamak istediği istikrarı bozucu etkenlerden biri olarak gördüğü Kandil’deki PKK varlığının en azından pasifize edilmesi Kürt yönetiminin de hesabına geliyor.   

* Kürt siyasal hareketinden uzun süredir ekonomik ve siyasi rant sağlayanların, artık risksiz ve ‘barışçıl’ bir ortamı istemelerinden daha doğal bir şey olamaz. Bu tespit, Kürt hareketinin asıl yüklenici kadrolarını değil, rant düşkünü fırsatçıları kastetmektedir.

* Yılların PKK karşıtları, bu hareketin başından beri devlet çıkışlı olduğunu iddia ettikleri için, süren savaşı zaten “devlet ile devletin çatışması” olarak okuyorlar ve savaşın bitmesinin kriminal karanlık bir sürecin bitiş ilanı olacağına inanıyorlar. Dolayısıyla bu sürecin özellikle silahsızlanma kısmını destekliyorlar.

* Ana akım Türk medyası da, Kuzey’deki ana akım Kürt medyası da kendi siyasi merkezlerinin kararlarına her daim sadık oldukları için, Öcalan ve Erdoğan’ın eş zamanlı startlarıyla sürece anında uyum sağlayıp, yayın politikalarında ve dillerinde ciddi değişikliklere gittiler. Yılların kalem ve ağız alışkanlıkları kısmen sürse de, yeni konsepte uyum sağlamada epey yol kat ettikleri söylenebilir.

* Türkiye solunun Kürt hareketiyle ilişkili kesimi, Öcalan’ın MİT’le görüşme sürdürmesinin devletçe muhatap alınması anlamına geldiği tesellisinden başka bir argümana sahip değil. Ya da sürece desteğin açık propaganda malzemesi olarak sadece bu görünüyor. Ancak, bilinçaltındaki asıl etken farklı: Kürtlerin devletleşme taleplerini geri çekmeleri, statü taleplerini flulaştırmaları Türk Devleti kadar Türkiye solunu da sevindirmektedir. Tuhaf bir solculuk!.. Kendileri, geçmiş tüm icraatlarıyla Stalin’i bile savunabiliyorken, Öcalan’ın “Marks’ı aştım” iddiasını sessizce geçiştirebiliyorlar. 220’nin üzerinde devletin var olduğu günümüz dünyasında, insanlığın devletsizleşmesinin başpehlivanlığını kendi devletini kuramamış Kürtlere yükleyen Öcalan fikirlerini büyük bir hayranlıkla izliyorlar. Kapitalist uygarlığın sınırlarına gelmiş Avrupa’da bile ulusal sorunlar halen devletleşmenin çeşitli biçimleriyle çözülüyorken, insanların başörtüsüyle cennete bağlandıkları ve sadece Arap milletinden 22 devletin yaşadığı Ortadoğu gibi çorak bir coğrafyaya “demokratik modernite” ve “demokratik konfederalizm” öneren fikirleri, Kürt halkının kendi kendisini yönetme hedefinden daha gerçekçi bulabiliyorlar. “İslam kardeşliği” fikriyatı ve ılımlı İslam projesinin sahibi bir hükümetle bu “demokratik modernite” denilen sosyal tasarımın nasıl uygulanabileceğini ise hiç sorgulama gereği bile duymuyorlar. Yeter ki Kürtler devlet kurma hayallerini öldürsünler, gerisi önemli değil onlar için!..

***

Kürt ulusal özgürlük mücadelesinden çok farklı bir alan olduğunu bile bile Sovyet deneyindeki Perestroykayı hatırlatmakla, bazen cazip söylemli bir başlangıcın -manipülasyona karşı tedbirler alınmazsa- kötü sonuçlar da doğurabileceğine dikkat çekmek istedim. Kürt hareketini bu süreçte bekleyen sorunlar veya kazanımlar açısından henüz hiçbir şey net değil. Ve henüz ciddi bir şey kaybedilmiş değil. Makalelerimizle yaptığımız acil uyarıların da nedeni budur zaten: Kaybetmemek!

Bu nedenle, tüm renkleriyle Kürdistan siyasal varlığının ortak akılla üreteceği ortak özgürlük projelerine bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. İçinde Kürt ulusal hareketi açısından ciddi tehlikeler barındıran bu yeni sürecin yaratabileceği tahribatları önlemek, dahası ezilen Kürt halkının her halükarda kazançlı çıkmasını sağlamak da bu ortak müdahalelere bağlı olacaktır.