VESAYET, SİYASET, REZALET
Nuray Mert
20 Aralık 2013 Cuma 08:47
‘Ben demiştim’, ‘şu tarihte demiştim’ demeyi hiç sevmem, diyenlerden de hazzetmem. Mağdur edebiyatı yapmayı da hiç sevmem, yapmam, yapandan da hazzetmem. Sonuçta, kamuoyu önünde fikir beyan eden, siyasi tutum alan insanlarız, bunların sonuçlarını göze almak gerekir, bunun yüküne katlanamayanların bu sorumluluklar altına hiç girmemesi en doğrusu olur diye düşünürüm. O nedenle meşhur ‘vesayet’ tartışmasından, bunca zamandır uzak durmaya çalıştım, ama sonuçta bu tavır da garip kaçmaya başladı, zira bizzat iktidar ‘sivil vesayet’den bahsetmeye başladı. Benim açımdan hikaye 17 Kasım 2009’da Radikal’de ‘Sivil İstibdat’ başlıklı bir yazı yazmamla başladı.Bu yazıda, özetle iktidarın otoriterleşme eğilimi içinde olduğunu ileri sürdüm, o zaman için sivri bir çıkıştı, nitekim, dikkat çeken bir görüş olduğu için Vatan gazatesinden Mine Şenocak bu konuda ve yıl sonu değerlendirmesi çerçevesinde benimle bir röportaj yaptı, bu röportaj 4 Ocak 2010 tarihinde yayınlandı. Röportaj yayınlandıktan sonra kıyamet koptu.
Görüş ve değerlendirmelerimi herkesin paylaşması ve desteklemesini beklemek söz konusu değildi. Ancak, bu konu siyasi tartışma konusu olmakla kalmadı, öyle olsaydı sorun yoktu, öyle olmadı, mevzu hızlı bir linç kampanyasına dönüştü; 22 Ocak 2010 tarihli Sabah gazetesi Balyoz davasını “Birinci Ordu’dan Sivil Dikta Faksı” başlığı ile, bu konuyu ve beni bu davaya bağlı gösterdi. Haberin devamı şöyleydi; “Sivil Dikta iddialarının da arkasında darbe planı olduğu ileri sürülen Balyoz Hareket Planı’nın mimarı olduğu söylenen, eski 1. Ordu Komutanı Orgeneral Çetin Doğan çıktı. Nuray Mert tarafından gündeme getirilen ‘sivil dikta’ tartışmasının, 2003 yılında 1. Ordu Komutanlığı tarafından çekilen 4 sayfalık faks ile başlatıldığı ileri sürüldü”. Böylesi bir itham ve linç kampanyasına karşı, iktidar çevresinden geçmişime tanık, darbeyle, askerle hiçbir işim olmayacak, bambaşka bir zihniyet dünyasına sahibi biri olduğumun yakın tanığı (dört kadın yazar hariç -ki bunlardan biri de verdiği desteği sonradan geri aldı) hiçbir arkadaşım, ‘bu kadarı ayıptır’ bile demek ihtiyacı hissetmediler. Daha fazlasını söylemek gereksiz. Diğer taraftan, bir çok ‘demokrat’ ve ‘aydın’ bu türden bir linçe karşı çıkmadıkları gibi, bazıları bu linç kampanyasına imalar yolu ile katıldı. Uzatmayacağım, isteyen dönemin gazetelerine, TV proğramlarına göz atabilir.
Gün geldi, iktidarın otoriterleşme siyasetleri giderek daha fazla ayan beyan ortaya çıkınca, bir çokları, zamanında darbe planlarının parçasını olduğu iddia edilmiş ‘sivil vesayet’, ‘sivil otoriteryanizm’ tabirini dilden düşürmez oldular. Eskilerin dediği gibi; ‘Badel harabül Basra’! Maksadım eski defterleri karıştırmak değil ama, geldiğimiz noktada, iktidarın kendisi Cemaat çevresini ‘sivil vesayet’ ile suçlamaya başladıktan sonra hatırlatmadan geçmek olmazdı. Daha önemlisi, bu noktaya nasıl geldiğimizin muhasebesi, bazen eski defterleri karıştırmaktan geçiyor. 2009 yılı sonlarında iktidar partisi, yedi yıllık bir iktidar dönemi ve özellikle, 2008 kapatma davasını hayırlısı ile atlattıktan sonra, eleştirel bir sorgulamayı hak ediyordu. Ama konu o şekilde değil, eleştiri mutlaka darbe girişimlerinin bir parçasıdır, veya hiç değilse ‘darbecilerin işine yarar’ gerekçesi ile kabul edilemez bulunuyordu ve bu ahmakça tutum ‘demokratikleşme’ adına savunuluyordu. Aynı tavır çok yakın zamana kadar devam etti, tarihçesini çıkarmak bu yazının konusu değil, zira önemli olan husus; güç yoğunlaşması ile her tür denetimden kaçınmayı başaran bir siyasi iktidarın kendi baskı araçları yetmiyormuş gibi, bir de fazladan, ‘entelektüel dokunulmazlık’la korunan bir ‘demokratik meşruiyet’ zırhı içine sığınabilmesi idi.
Geldiğimiz noktada, iktidar bloğu içinde kırılma olmasa toplumun hiçbir şekilde haberdar olamayacağı, yazmaya, yayınlamaya kimsenin cüret edemeyeceği şeyler ortaya dökülüyor. İktidar bloğu içinde kırılma derinleştikçe, söylenti olarak ortada dolaşan pek çok şeyi taraflar ayan beyan ifade ediyor. Cemaat çevresi, 2004 tarihli MGK belgesi ile fişlendiğini iddia ediyor, buna karşı iktidar, Yargı ve Emniyet’in bu çevre tarafından ele geçirilmiş olduğunu ileri sürüyor, ‘paralel devlet’ten söz ediyor, ‘yargı-polis cuntası’ denilen bir oluşuma işaret ediyor. Neler varmış da haberimiz yokmuş! Bu arada, herkes bizim kadar saf değilmiş, ‘cemaatin polisi’ birinin defterini dürmeye giriştiğinde haberi alan bazıları, işi kavramış olmalı ki, iktidar çevresindeki gazetecilere, onlar da iktidarın üst katmanlarına ulaşıp ‘kurtarma operasyonu’ yapıyormuş! Yani iktidar kendi polisinin elinden adam kurtarıyormuş, detaylarını kendileri yazıyor, adı geçenler de, ‘burası hukuk devleti, olur mu öyle şey’ demiyor, diyemiyor. Doğrusu, son ‘yolsuzluk operasyonu’ tüm bunların önüne geçen bir şok dalgası yarattı. O da önemli, ama olayın tüm diğer boyutlarını, unutmamak, göz ardı etmemek lazım.
Ben diyorum ki, kimin kimle ne için, ne tarihte tüm bunları ortalara döktü ayrı mevzu, asıl önemlisi ortalara saçılanlar, bu kırılma olmasa haberdar olamayacaklarımız. Daha önemlisi, sorgulanması, telafuz edilmesi yasaklı, belalı, çileli olan pek çok şeyin, bambaşka bir çerçevede de olsa gündeme gelmesi. Diyorum ki; özetle, ortaya çıkan, statüko ile hesaplaşıyoruz diyerek inşa edilen bir yeni otoriter statüko ve eleştirmeden, toz kondurtmadan, muhayyel bir balkon konuşması bekletisine indirgenmiş demokratikleşme hayallerinin ördüğü dokunulmazlık kozasında, serpilip büyüyerek dört yanımızı saran bir vesayet sisteminin ister istemez rezaletle sonuçlanan hikayesi.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.