VASAT ÜMMET...
Abdullah Can
16 Ocak 2017 Pazartesi 22:55
İslâm’ın en seçkin yanlarından biri de “vasat” oluşudur. Vasat, “orta” anlamına gelir. Yani, iki zıt ve aşırı uca göre, “orta ve mutedil olan” demektir. Bu durum, aynı anda Allah’ın “takdir” ve “tayin”ini de ifade eder. Zira O, her şeyi “vasat” üzere yaratır. Yaratmasında, eksiklik-fazlalık yoktur; her işi yerli yerincedir. İradesi, kusursuzluk ve mükemmellik yönündedir. O, Kur’an’ın lisanıyla, “Çevir gözünü, bak! Bir kusur görebilir misin?”1 der, meydan okur. Mikro ve makro âlemdeki ihtişam, buna şahittir. Çıplak göz kadar, dev teleskoplar ve elektron mikroskopları da bu ihtişama şehadet etmektedir.
Başa dönersek: Madem bütün kâinatta ve fıtratta Allah’ın “vasat”lık hükmü geçerlidir, o halde kâinat nizamının(fıtratın) insanlık âlemindeki yansıması olan İslâm’da da aynı vasatlık söz konusudur. Çünkü İslâm’ın diğer adı “Fıtrat dini”dir. İnsanların “vasat hâl”i, fıtrat dinine uyumluluktadır. Dinsizlik, uyumsuzluktur. Uyumsuzların yönünü, ya hisler, ya da felsefeler tayin eder. His ve felsefe ise, yön tayininde yetersizdir. Bundandır ki, kitap ve peygamberlere ihtiyaç duyulmuş; insan yaşamında ortaya çıkan sapkınlık ve aşırılıklar, bu rehber ve referanslar sayesinde törpülenmiş, mutedil hale getirtilmişlerdir.
“Mü’minler için rahmet ve şifa”2 olan Kur’an’daki hidayet, “hadden aşma”yı, ve “hadden düşme”yi değil, “had bilme”yi ders verir. Hadden düşmek “tefrit”in, hadden aşmak “ifrat”ın ifadesidir. İkisi de insan fıtratının sapkın halleridir; potansiyelinin israfıdır. “Vasat” dediğimiz ise, “orta” ve “mutedil” yoldur; “sırat-ı müstakim”in ifadesidir. Fatiha-i Şerife’de talep ettiğimiz “sırat-ı müstakim” vasatlığa, reddettiğimiz “mağdub” ve “dallin” güruhları da, ifrat ve tefrit dediğimiz aşırı uçlara delalet eder. O halde, odaklanmamız gereken nokta bu vasatlık olmalıdır. İnançta, ibadette, düşüncede, eylemde, muamelede...
Kur’an, “Aşırı gitmeyin!” ya da “Haddi aşmayın!”3, diye uyarır. “Mu’tedin” dediği aşırıcılar, dinlerini tahrif eden ehl-i kitaptırlar. Ehlinden istediği ise, “muksıtîn”liktir; yani her hâlükârda adaletlilik, vasatîliktir. Diğer bir ifadeyle, ölçülülüktür. Çünkü Allah, her şeyi bir “miktar”4 ve “mizan”5 üzere yatarmıştır. Müslümanlardan istediği de budur. Zira Müslümanları, “ümmeten weseta”(orta yollu ümmet)6 olarak yâd eder. Ve bu vasat ümmet içinde, her Müslüman’ı “Hayre ümmetin”(ümmetin hayırlıları)7 olmaya davet eder. Davet, Allah’tandır, başkasından değil...
Ümmetin önderi ve mutlak rehberi Hz. Peygamber de, “İşlerin en hayırlısı, orta yollu olanıdır”8 der; vahyi, söz ve davranışlarıyla ders verir, pekiştirir. Aynı Peygamber, saçlarındaki ani beyazlığı soran Hz. Ebubekr’e(ra), “Hud suresi beni ihtiyarlattı” demekte; sebep olarak da surede geçen “Emr olunduğun gibi dosdoğru ol!”9 ayetini göstermektedir.10 Ve o Resulden 1400 sene sonra, bir varisi de, Harb-i Umumîdeki yenilgiden mütevellit üzüntülerini soranlara, “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. (Zira) Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim.”11 diye cevap vermiştir.
Hayatının bütün aşamalarını istikamet ve vasatla geçiren Efendimiz(asm), başta kendi ümmeti olmak üzere, bütün insanlık için bir “usvetun hasene”dir(güzel örnek).12 Allah’a giden yolların başında o vardır; ona uğramayan yollar, Allah’a varmaz. O, fıtrat peygamberidir. Onun sünnetiyle uyumlu olmayan düşünce ve hareketlerden hayır gelmez. Kur’an’ı indiren Zat, vahyin mazharı ve ilk muhatabı olan Resulü için, “Hulukin azîm”(yüksek ahlak)13 demiştir. Nihayetinde, O’nu, “Hulukuhu’l-Kur’an”(Onun ahlâkı Kur’an’dır)14 payesine eriştirmiştir. Keza, Allah, kendisine olan sevgiyi, “peygamberine itaat”15 şartına bağlamıştır.
Kâinatın ruhu hükmünde olan “Nur-u Muhammedî”(İslâm) ve aklı hükmünde “Kur’an” ki birinin gitmesiyle küresel vefat, diğerinin gitmesiyle de küresel cinnetin baş göstereceği iki temel referans dururken, felsefî ruh ve akıl fenerleriyle hayat ve hareketleri tanzime kalkışanların ne büyük yanılgılar içerisinde olduklarını, hâlihazırdaki dünya manzarası net olarak resmetmektedir. Vasatlığı, referanslara müracaatla yakalayabiliriz; “indî doğrular”, vasat olamaz. İndîlik ve hususilik, kendi sınırlarında kalmalı; dayatılmamalıdır. Vasata yakın olanı, ümmetin reyidir, cumhur-u ulemanın kabulüdür. Bunun bizdeki karşılığı “Şura”dır.
İslâmî topluluklarda “üst akıl”(şura) esas alınmazsa, şahsî akıllar helak ettirir. Şahsî ictihadlar gibi, akıllar da sınırlıdır, kuşatıcılıktan uzaktır. Olması gereken, şahs-ı maneviden hâsıl olan “şura”dır. Şura yerine “şur”a(kılıca) kılıca el atan zihniyetler, şura merkezli hayat ve hareketleri felce uğratır. Bir topluluğa intisap eden, o toplumun işleyiş kanunlarına itaat etmeli; hodseranelikle dengeyi bozmak, yörüngeden saptırmak, intisabın istismarıdır. Kişi kendi adına fedakârlık da yapabilir, müsamaha da... Bu, amel-i salihtir. Ancak aynı şeyi, intisap ettiği topluluk ya da cemaat adına yapamaz. Yapsa, ihanet olur.16
Üstad’ın Eski Said dönemindeki cansiperane ve fedaice müdafaaları, kendi şartlarında makul ve makbuldür; çünkü yalnızdır, korkusuzdur, kefenini giymiştir. Ancak aynı zat, etrafında Nurdan bir hale oluştuğunda, hayatını muhafaza ihtiyacı duymuş; bir rovelvere mukabil ikinci birinin tedarikine gitmiştir. Sırf dava arkadaşlarını kurtarmak adına, Eskişehir müdafaatında, “mülâyimane ve musalâhakârane tabirler” ile “tevriye”lere başvurmuştur”17; hakikatlerin ifadesinde farklı bir yöntem izlemiştir. Afyon Müdafaasında, talebesi Ahmed Fevzi’nin fevri çıkışlarını eleştirmiş; “Başımda yumurta küfesi vardır; onları selametle mahall-i maksuda yetiştirmem lazım; senin yaptığın, onları kırmaktır; yoksa korkuyla tanışmadığıma, tarihçe-i hayatım şehadet eder!”18 diyerek serzenişte bulunmuştur.
Allah’tan duamız, “Ayağımızı sabit kılmasıdır; küfür ve zındıkaya karşı sabır ve kuvvet vermesidir.”19 Yoksa kazanımları da hissiyat ve egomuza kurban vermek, hamakat ve ihanetin bir başka şeklidir. Müslüman coğrafyası göz önündedir; şiddet ve hissiyatın meşum akıbeti hepimizce meşhuttur. Hissiyatı, efkârın peşine takmak yerine, onu hayat ve hareketimizde yörünge yapmak, cinayettir. Aklın vasat derecesi olan “hikmet”i esas almak zorundayız. Yoksa bilerek-bilmeyerek İslâm ve insanlık düşmanlarına kuvvet vermiş oluruz. Dünya nizamının teminatı olan İslâm, Müslümanların elinde felâkete dönüşmemelidir. Vasat bir noktada, muarız kuvvetler arasında adil bir hakem pozisyonu, en meşru ve çözüm getirici tavırdır. Bir tarafa yüklenmek, başka tarafı aklamak, Kur’anî terbiyenin şeni ve şiarı değildir.
Rüzgâr ekenlerin fırtına biçeceği muhakkaktır. Barış ve esenliğin adı olan İslâm’ı, dâhilde menfice kullanmanın zararları ortadadır. Elinden ve dilinden zarar doğmaması gereken Müslüman’ın, nasıl da bir imaj kaybına uğratıldığı apaçıktır. Şefkat ve adalet timsali bir dinin, belli bir plan dâhilinde terörle özdeşleştirilmeye çalışıldığı ayan-beyandır. Müspet hareket ya da cihad-ı manevinin bütün zaman ve zeminlerde en sağlıklı yol ve yöntem olduğu, dünyadaki pratikleriyle sabittir. Cihadın engin kapsamı içinde, “kıtal”, ancak yüzde birlik bir yer işgal ederken, onu ön plana çıkarmanın, İslâm coğrafyası ve halklarına bedeli herkesçe malumdur. Tebliği terk edip zorbalığa başvurmanın vahameti ortadadır.
Hâsılı: Düşmanın, sende dirilmelidir. Ömer’in(ra) Muhammed’de(asm) dirilmesi gibi... Evet,
“Bir nazar-ı Peygamber, birdenbire kalbeder; bir bedevi cahili bir arif-i münevver.
Eğer mizan istersen: İslâm’dan evvel Ömer, İslâm’dan sonra Ömer.
Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir şecer.”20 ifadeleri, bu hakikati ne de güzel ifade ediyor...
O peygamber ki, Taif’de taşlanır; kan-revan içinde bırakılır. Ama beddua etmez; öfkeye kapılmaz, intikam hisleriyle dolmaz. “Ben rahmetin elçisiyim, gazabın değil...” der, şefkatin enginliğe kanat açar. İmam Ali(ra), savaşın en kızgın anında, yere düşürdüğü düşmanının tükürüğüne maruz kalır; ancak affeder, öldürmez. “Niçin öldürmedin?” diyen düşmanına, “Benim savaşım da, öldürmem de Allah içindir. Tükürmekle, beni hiddete getirdin. Bu hislerimle seni öldüremem; zira nefsim devrededir!” demiş; vasatîliği zirveye taşımıştır. Afyon zindanını yaşayan Bediüzzaman, zulmün en katmerlisine maruz kaldığı halde, Afyon Savcısına beddua etmez; gözüne ilişen 5-6 yaşlarındaki masum kızının hatırı için, Allah’tan onun ıslahını diler. Fetoş’u, –zorlayarak– Bediüzzaman’a yamandırmaya çalışan nadanların kulakları çınlasın!...
Evet, “öldürmek” yerine “ölümü hatırlatarak gafilleri uyandırmak”; kalp ve kafalara sinmiş putları temizlemek gibi kudsi bir vazifeyle muvazzaf olanların, ucuz kahramanlıklarla, sloganlara başvurması akla ziyan bir durumdur. Hayat ve efkârını red ve inkâr, tenkit ve tahrip reflekslerine bina edenlerin bir kez değil, bin kez daha düşünmeye ihtiyaçları vardır. “Bütünüyle elde edilmeyen bir şeyin, tümden terkinin de caiz olmadığı” düsturundan hareketle, “seyyiesizliği” muhal telakki edip, ıslah ve imar faaliyetlerinden bir an geri durulmamalıdır. Hülyalarımızı mihenk edip her gidişata karşı meylü’t-tahrip saikasıyla mukabele etmek, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bir çeşit “anarşilik”tir.21 Bu böyle biline...
Nihai duamız: “Allah’ım! Bize hakkı hak olarak göster, ona sarılmayı; batılı da batıl olarak göster, ondan sakınmayı nasip et!”
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir
1 (el-Mülk, 3)
2 (el-İsra, 82)
3 (bkz. el-Bakara, 190)
4 (bkz. Er-Ra’d, 8)
5 (bkz. er-Rahman, 7)
6 (el-Bakara, 103)
7 (Âl-i İmran, 110)
8 (Keşfü’l-Hafa, h. 1247)
9 (el-Hûd, 112)
10 (bkz. Tirmizî, Tefsir 57)
11 (Said-i Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 137)
12 (bkz. El-Ahzab, 21)
13 (el-İkra, 4)
14 (Müslim, Müsâfirîn, 139)
15 (Bkz. Âl-i İmran, 31)
16 (bkz. İçtimai Reçeteler, s. 223)
17 (Müdafaalar, s. 45)
18 (A. Badıllı’dan Hatıra, Barla, 2013)
19 (el-Bakara, 250)
20 (Sözler, s. 892)
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.