ÜSTAD, KÜRD VE KÜRDİSTAN TABİRLERİNİ KİTAPLARINDAN SİLMİŞ Mİ?
Abdullah Can
06 Ocak 2014 Pazartesi 13:13
Risale-i Nurlarda tahrifat (11/II)
Nur Cemaatlerinde “Abiler” olarak bilinen bir sınıf vardır. Onlar, camianın seçkinleridirler. Abiler, her şeyi bilirler, her yaptıkları doğrudur ve hikmetlerle doludur. Onlar, dokunulmaz, erişilmez, ulaşılmaz ve eleştirilemezler. Bir çeşit kast sistemi... Bu sınıfın öteden beri iddia ettikleri bir tez var; “Bediüzzaman, Cumhuriyet dönemine geçişle birlikte, kitaplarında geçen ‘Kürd’ ve ‘Kürdistan’ ifadelerini silmiş; onun yerine ‘şarklı’, ‘şark’ ve ‘vilayet-i şarkiye’ gibi ifadeleri koymuş. Bu iddia o kadar yazılıp dillendiriliyor ki, artık gına getirdi. Büyükler (isimlerini vermiyorum) bunu söylerken, tahkiksiz ve mukallit çoğunluk ise, “uydum abilere” diyerek koroya eşlik ediyorlar. Peki, iddialar doğru mudur?
Yukarıdaki başlıkla yazdığım seri yazının birinci bölümünde Said Özdemir üzerinden sorduğumuz bazı soruları sormuş; aldığımız içi boş cevaplardan dolayı bazı belgeler ışığında sözkonusu iddiaların doğru olmadığına dair bir kaç örnek arzetmiştik. Bu yazı ile müteakip birkaç yazıda ise, tüm Külliyat’ı tarayarak, bütün tahrifkâr teşebbüslere rağmen, Said-i Nursî Hazretleri’nin eserlerinde geçen “Kürd” ve “Kürdistan” ifadelerini gözler önüne sereceğiz. Belki “Ne ihtiyaç var?” denilebilir; ancak iddiaların asılsızlığını ortaya koymak için başkaca yol ve yöntem yoktur. Zira iddiacılar, Cumhuriyet döneminin nazikliğine vurgu yaparak, Üstad’ın bu tür kelimeleri bilinçli ve ihtiyata binaen sildiğini söylüyorlar. Ben ise, Cumhuriyet döneminde dahi Bediüzzaman’ın bu ifadeleri –bırakın silmeyi– serbestçe ve pervasızca kullandığını, dolayısıyla iddiacıların iddialarının temelsizliğini ortaya koyacağım.
SÖZLER: Bu kitap, Üstad’ın 1926’dan sonra kaleme aldığı en büyük kitabıdır. Yazılmaya başladığı tarihinden de anlaşıldığı gibi Cumhuriyet döneminde ortaya çıkmıştır; yani “Yeni Said” döneminin eseridir. Bu eserin hâlihazırdaki tüm Latince baskılarında –iddiacıların aksine– sözkonusu kelimeler geçmektedir. Mesela:
“Bir vakit esaretimde” diyerek Barla’nın Çam Dağı başındaki hissiyatını anlatan Üstad, “Birden Ahmed-i Cizirî'nin Kürdçe şu fıkrası hatırıma geldi” diyerek, aşağıdaki beyti kitabına aktarır:
“Her kes bi temaşagehê husna te, ji her cay,
Teşbîhê nigaran bi cemala te dinazin”
Görüldüğü gibi, –ihtiyat adına– “Kürdçe” sözcüğünü kullanmaktan çekinmediği gibi, Kürdçe bir cümleyi de yazmaktan teberri etmemiştir. Üstelik aynı cümle içinde, Barla’daki yaşamına “esaret” demiş; Kürtlerin büyük şairi, mutasavvıfı ve filozufu “Ahmedê Cizirî”yi nazara vermiş ve “Kürdçe” vurgusuyla da bu dilin var olup inkârının gayr-ı kabil olduğunu ispatlamıştır. Öyle ise, kraldan fazla kralcılık taslayanlara sormak lazım: “Size ne oluyor?”
Yine aynı kitabın sonlarına doğru, “Lemaat”ın başında, Divan’ını (Lemaat’ı) tanıtırken şöyle diyor:
“Sahabelerin gazavatına dair Kürdçe ‘Qewlê Newala Sîseban’ namında bir destan vardı.” demektedir. Her ne kadar tahrifatçı neşriyattan bazıları bu “Kürdçe” sözcüğünü kitaptan atmışlarsa da çoğu Latince (yeni yazı) halen mevcut olduğunu söylemeliyiz. Üstad’ın bu ifadesinde de görüldüğü gibi, öyle Cumhuriyet-mumuriyet telaşıyla “Kürdçe” kelimesini çizmediği gibi, Kürdçe bir cümleyi de kullanmaktan çekinmemiştir. Hani ya, Cumhuriyet döneminde bu kelimelerin üstünü çizmişti! Yalana fetva uyduranlar, utanmalıdırlar.
Aynı eserin, Lemaat kısmının bir yerinde:
“Bence yakaza rüyadır; rüya bir nevi yakazadır.
Orada asrın vekili, burada Said-i Kürdî” demiştir.
Her ne kadar, tahrifatçılar, kendi Latince neşriyatlarında “Said-i Kürdî”yi “Said-i Nursî”ye çevirmişlerse de, bu gün bazı hakperest neşriyatlar bu taassubu kırmış; gerçek şeklini yazmışlardır. Orijinali aşağıdaki şekildedir:
Gelelim MEKTUBAT kitabına: Bu kitap da Barla’daki esaret hayatının meyvesidir. Yani yine Cumhuriyet’in ilânından sonraki dönemde yazılmıştır. Onun üzerinde de hayli oynanılmış; birçok çıkarmalar ve değiştirmeler yapılmıştır. Buna rağmen, Üstad’ın, bahsini ettiğimiz kelimeleri kullanmaktan istinkâf etmediğini ispatlayan birçok ifadelerine bu kitapta da rastlıyoruz. Mesela:
Hz. Ali ile Hz. Aişe arasındaki Cemel Vakası’nı tahlil ettiği yerde, Üstad şöyle demektedir:
“Bizde, gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik Kürdçe demiş ki:
(Ji şerrê sehaban meke qal û qîl,
Lewra cennetîne qatil û hem qetîl.”
Yani: “Sahabelerin muharebesinde kıyl û kal etme,
Çünkü hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i Cennetirler”
Tırnak arasındaki ifadelerde, açıktır ki Üstad, hem “Bizde” diyerek, “Kürdleri” ve kendisinin “Kürd kimliği”ni nazara veriyor; hem “Sözü hüccet bir zât-ı muhakkik” diyerek “Mela Xelîlê Sêerdî”nin Kürdlüğünü ve ilimdeki büyüklüğünü(hüccetliliğini) dikkatlere arzediyor; hem “Kürdçe” lisanına vurgu yapıyor ve nihayette Mela Xelîl’den Kürdçe bir beyti aktarmakla lisan münkirlerine bir müskit cevap veriyor. Anlayanlar için gayet açık olan bu mesajı, anlamayanlara ya da anlamak istemeyenlere de hatırlatmayı uygun bulduk...
Mektubat eserinin bir diğer yerinde (Onaltıncı Mektup), kendisine sorulan bir soru ve mukabil cevapta şöyle deniliyor:
“Eğer deseniz: ‘Sana Said-i Kürdî derler. Belki sende unsuriyetperverlik fikri var; o işimize gelmiyor.’ Ben de derim: Hey efendiler! Eski Said ve Yeni Said’in yazdıkları meydanda. Şahid gösteriyorum ki: Ben ferman-ı kat’isiyle, eski zamandan beri menfî milliyet ve unsuriyetperverliğe Avrupa’nın bir nevi Frenk illeti olduğundan, bir zehr-i katil nazarıyla bakmışım.”
Soru açık, cevap da açık. Bediüzzaman, kendisine “Said-i Kürdî” diyenlere, “Hayır, ben Said-i Kürdî değilim; hayatımdan Kürdî’yi çıkardım; bundan böyle ben Said-i Nursî’yim” dememiştir. Eğer, Kürd ve Kürdistan’a alerjik olan iddiacıların dedikleri doğru olsaydı, Cumhuriyet yetkililerinden kendisine tevcih edilen bu suale, Bediüzzaman’ın cevabı böyle olmalıydı. Ama görüldüğü gibi, kendisinden red ve inkâra dair bir tepki olmadığı gibi, kitabından da çıkarmamıştır.
Yine Mektubat’ın Onaltıncı Mektubu’nda: “Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler. Hâlbuki Ruslar, beni Kürd Gönüllü Kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men’etmediler.” demektedir.
Said-i Nursî’nin bu cümlesi, doğrudan doğruya, kendisine esaret hayatı yaşatan ve yaşamı zehir eden o günün otoriter zihniyetine bir tarizdir. Rusların da kendisini Kürd bildiğini, üstelik Rus askerlerini Doğu cephesinde kesen bir Kürd Gönüllü Kumandanı şeklinde bildiklerini, ancak buna rağmen dinî sohbetlerinden engellemediklerini; dostlarının ise (yerli münafıkların), vatan adına gösterdiği tüm fedakârlıklarına ve kendilerine karşı bir kurşun dahi sıkmamasına rağmen, kendisin Kürdlüğüne ve varlığına olan tahammülsüzlüğüne dikkat çekiyor; yerli münafıkların ırkçılıkla malul olan mizaçlarının Ruslardan daha tehlikeli olduğunu vurguluyor.
Mektubat’ın bir başka yerinde (Rüya bahsinde): “Hatta Kürdçe durub-u emsaldendir:
‘Navê gur bîne, palandar lê werîne!’ Yani: ‘Kurdun bahsini ettiğin zaman, topuzu hazırla, vur; çünkü kurt geliyor!” demektedir.
Bu cümlede, hem Kürdçe vurgusu var; hem de bunun bir Kürdçe atasözü olduğu anlatılıyor. Bediüzzaman, Rüya’nın ilmî açıklamasını yaparken, bir Kürdçe atasözüyle konuya hem renk, hem de tad veriyor. Aynı zamanda Kürdçe’de atasözlerin varlığına ve bu sözlerin anlam zenginliğine de dikkatleri çekiyor. Birilerinin inkâr ve imhaya çalıştığı bir dilin, inadına varlığını savunan ve dünya çapında şöhret kazanmış eserlerinin içinde bu dilden kelime ve cümleler serpiştiren bir Bediüzzaman’ı düşünün, bir de onun eserlerini okuyan kimi bedbahtların ve bedfikirlilerin Kürd ve Kürdistan kelimelerinin varlığına bile tahammül gösteremeyişlerini düşünün! Ne kadar içler acısı bir durum, değil mi? Allah’ın ayetlerinden bir ayet ve varlığına alamet olan bir dile tahammülsüzlük...
Said-i Nursî, Mektubat adlı eserinde, özellikle de Yirmialtıncı Mektup ve müteakip risalelerde ırkçılığa şiddetle hücum etmekte; kendisinin Kürdlüğü üzerinden, talebelerini ve halkı kendisinden kaçırtmaya ve soğutmaya çalışan zındıklara karşı cephe açmaktadır. Onların fesat saçan telkinlerinden birine şöyle değinmektedir:
“Şimdi, en mühim bir hücum benim şahsımadır. Diyorlar ki: ‘Said Kürddür, neden bu kadar ona hürmet ediyorsunuz, arkasına düşüyorsunuz?’ Yine “herifler” (kişiliksizler), “mülhidler” (dinsizler) dediği ırkçı ve zorba kesimin bozguncu telkinlerinden birini de şöyle dillendiriyor:
“Şeytanın telkini ile ve ehl-i dalaletin ilkaatiyle, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyelerini tahrik etmek için diyorlar ki: “Siz Türksünüz; maşaallah Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemal vardır. Said bir Kürddür; milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesaî etmek hamiyet-i milliyeye münafîdir!?”
İşte, ırkçılık kokan ve fitne saçan bu dinsizce dedikodu ve yaygaralara rağmen, Bediüzzaman kendi kimliğinden –bırakın nedamet etmeyi– onların inadına, İslamî ve insanî hukuk çerçevesinde savunmasını yapar; ortak payda olarak sürekli “İslâm dini”ne ve “İslâm kardeşliği”ne vurgu yapar. Yoksa hiç bir yerde ve hiç bir zaman, “Lanet olsun; bu Kürdlük de başımın belası oldu. Verdim de gitti; bu günden tezi yok, Kürdlüğe dair bütün vasıflarımdan, unvanlarımdan, lakaplarımdan insilah ediyorum (sıyrılıyorum)!...” dememiştir; yazmamıştır. Onun adına, ona rağmen kalem oynatanların; onun kitaplarında tahrifat yapanların, kalemleri –eninde sonunda– dönecek ve kendi gözlerini oyacaktır.
Yine Mektubat’ın konumuzla alakalı bir yerinde, ırkçılara ve Türkçe ezanı dayatmaya çalışan sözde Türkçülere ve zorba iktidara şu pervasızca cevabı vermektedir:
“Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdlerin, milliyetini kaldırıp, onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfîdir; eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!”
Bu cümlede, açık ve sert bir müdafaa dili hâkimdir. Üstad Said-i Nursî; bir, Kürdlerin milyonlarca ferdinin olup, bitirilemeyeceğini; iki, binlerce seneden beri dil ve kimliklerini unutmadığı; unutamayacağını vurgulamaktadır. Yetmiyor, Türklerle aynı vatanda ve uzun yıllara dayanan bir mücadele birlikteliğinin olduğunu, dolayısıyla eşit haklara sahip ve eşitlik zemininde muamele görmeleri gerektiğini vurguluyor. Kürdlere, dillerini unutturmak ya da böyle bir dayatmanın vahşice bir uygulama olduğunun altını çiziyor. Ve ayrıca, kendisinin ayrı bir unsurdan (ırktan) olduğunu ve öyle bilinmesi gerektiğini deklere ediyor; aksi durumun keyfîlik olup asla kabullenemeyeceğini açık bir dille ifade ediyor.
Seri yazımızın bu bölümünü burada sonlandırırken, bir sonraki bölümde yine kitaplar üzerinden benzer çalışmalarımızın devam edeceğini belirtmeliyim.
Kısacası; Cumhuriyet döneminin netameli ve şiddet ağırlıklı uygulamalarını bahane ederek, Üstad’ın bu dönemde konumuz olan kelimeleri Risale-i Nur’lardan çıkardığını ileri süren tahrifatçı güruhun iddialarında ne kadar haksız ve gerçeklikten ne kadar uzak olduğunu anlatmak sadedinde verdiğimiz örnekler bir kez daha onları yalanlarken, bizzat kendilerinin bu işin faili ve müdahili olduklarını da açıkça ortaya koymaktadır.
Sözün özü: Ya hakka avdet ve hakikatte sebat edilecek, ya da batıl bütün çirkinlikleriyle teşhir edilecektir.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.