ÜÇ KÜRD
İsmail Beşikci
28 Şubat 2017 Salı 12:16
Prof. Dr. Kadri Yıldırım, 1-8 Ocak 2017 tarihli ve 1 sayılı, Bas Gazetesi’nde, II. Şeyh Abdüsselam Barzani başlıklı bir yazı yayımladı. Kadri Hoca, aynı gazetenin, 9-15 Ocak 2017 tarihli ve 2 sayılı nüshasında, bu yazının ikinci kısmını okuyucularla buluşturdu. Anadilde eğitim, statü, ittifaklar söz konusu olduğunda, Şeyh Abdüsselam Barzani çok önemli bir kişilik olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu yazıda sözü edilen üç Kürd’den biri II. Şeyh Abdüsselam Barzini’dir (1868-1914). İkincisi, Şeyh Abdüsselam Barzani’yi, ulusal taleplerinden ve ulusal mücadelesinden dolayı Musul’da idam eden, Musul Valisi Süleyman Nazif’dir (1870-1927). Üçüncüsü, mücadele sürecinde, sıkışma karşısında Başur’dan Rojhilat’a geçen ve firar halinde olan Abdüsselam Barzani’yi, evinde misafir eden, O‘nun başına ödül konulduğunu duyan ve bu ödülü almak için O’nu ihbar edip yakalatan Sofi Abdullah’tır. Bu yazıda bu ilişkileri belirtmeye, açıklamaya çalışacağım.
Şeyh Abdüsselam Barzani yurtsever bir kişidir. Kürdlerin, Kürd olmaktan doğan haklarının ve Kürd toplumu olmaktan doğan haklarının gasbedildiğinin bilincindedir. Abdüsselam Barzani, özel mülkiyetin, bir kişide, bir ailede toplanmasına karşıdır. Bu anlayış çerçevesinde, Barzan bölgesindeki toprakların, çiftçiler arasında dağıtılmasını sağladı. Başlık parasını, kızların zorla evlendirilmesini yasakladı. Her köye bir cami yaptırdı, Camilerin hem ibadet yeri hem danışma meclisi olarak kullanılmasını sağladı. Danışma meclislerinin yerinde yönetim aracı olarak kullanılmasına olanak verdi.
Abdüsselam Barzani zamanında Hristiyanlar, Hristiyan olmaktan doğan haklarını, Yahudiler Musevi olmaktan doğan haklarını, özgürce kullandılar. Abdüsselam Barzani, bir Kürd aşiretinin, Süryanilere, Yahudilere baskı yapmasını her zaman önledi. Asuri-Süryanileri, Yahudileri koruyucu bir politika izledi. İmadiye, Akra, Duhok, Zaho, Sincar gibi Kürd şehirlerinde, sosyal adaleti gözeten bir politika uygulamaya çalıştı.
Abdüsselam Barzani, Kürdler arasında ittifakı kurmak ve geliştirmek için, çok büyük çaba harcadı. Kürd ordusuna bütün Kürd aşiretlerinin katılması için çok çaba gösterdi.
Kürd haklarını kazanmak için aşiretler arasında, çalışma başlattı. Bu çalışmalar sonucunda, 1907 yılında, Bab-ı Ali’ye Kürd haklarını talep eden bir dilekçenin gönderilmesini sağladı. Birçok aşiretin imza koyduğu bu dilekçe, Duhok’ta, Şeyh Nur Muhammedi Birifkani’nin evinde hazırlandı. Bu bakımdan bu dilekçeye Duhok Vesikası deniyor. 7 maddelik bu dilekçe şöyledir:
- Kürd dilinin, İmadiye, Akra, Duhok, Zaho, Sincar gibi ilçelerde resmi dil olarak kabul edilmesi.
- Eğitimin Kürd diliyle yapılması
- Kazalara, nahiyelere, diğer, müdürlüklere atananların, Kürdler arasından ve Kürdçe bilenler arasından seçilmesi,
- Alınan kararların, verilen hükümlerin İslam adaletine uygun olması
- Kürdlerin Şafii olduklarının dikkate alınması,
- Kürdlerden alınacak vergilerin İslam hukukunun tayin ettiği oranlarda olması,
- Kürdlerden toplanacak vergiler, başta yol yapımı olmak üzere, beş Kürd ilçesinin ihtiyaçları için kullanılması.
Bu talepler, Padişah II. Abdülhamid’i, Bab-ı Ali’yi, İttihatçıları çok rahatsız etti. 1908’de Abdülhamid tahttan indirildi. İttihatçılar, yönetime el koydu. Bir yıl kadar sonra, İttihatçılar, Abdüsselam Barzani’ye, Kürdlere savaş açtı.
1909, 1910 yıllarında Barzan bölgesinde, Başur’da, şiddetli savaşlar oldu. Bu savaşlar, daha sonraki yıllarda da devam etti. 1913'de, Süleyman Nazif’in, Musul valiliğine atanmasıyla, savaş daha da tırmandı. Vali Süleyman Nazif, Şeyh Abdüsselam Barzani’nin yakalanması ve ulusal hareketin bastırılması için askeri önlemleri yoğunlaştırdı. Abdüsselam Barzani’nin başına ödül koydu. Abdüsselam Barzani’yi yakalayıp devlete teslim edecek olanlara büyük maddi ve manevi ödüller vaad etti.
Mart 1914'de başlayan bir çatışmadan sonra, Abdüsselam Barzani ve savaşçılardan bir kısmı İran’a geçip Şikaklı Kürdlere sığındı. Bu sırada Sofi Abdullah’a da misafir oldu. Bu sırada Sofi Abdullah, Abdüsselam Barzani’nin başına ödül konulduğunu, O’nu yakalayıp devlete teslim edecek olanlara büyük maddi ödüller verileceğini öğrendi. Abüsselam Barzani’yi ve onu korumakla görevli peşmergeleri devlete ihbar etti. Bu ihbar üzerine, Abdüsselam Barzani ve üç peşmerge, uykudayken yakalandı. Abdüsselam Barzani ve üç peşmerge Van üzerinden, Diyarbakır yoluyla, Musul’a götürüldü. Ve Vali Süleyman Nazif’e teslim edildi. Göstermelik kısa bir mahkeme sürecinde Abdüsselam Barzani’ye ve üç peşmergeye idam hükümleri verildi. Bu dört yurtsever Kürd kısa bir zaman içinde Musul’da idam edildi. Bu sırada, kardeşi Şeyh Ahmed 18, küçük kardeşi Mele Mustafa Barzani 11 yaşındaydı. Mustafa Barzani ağabeyinin nasıl idam edildiğini izlemişti.
Toplumsal Bilginin Aktarımı: Okul, aile, çevre…
Üç Kürd’ün Kürd/Kürdistan sorunlarıyla ilgili olarak çok farklı tutumlarının eğitimle çok yakından ilişkisi vardır. Eğitim, Kürdlerin, Kürd kalıp kalmamalarında, kendileri olma konusunda belirleyici bir özelliğe sahiptir. Eğitimi, sadece okul eğitimi çerçevesinde değerlendirmemek gerekir. Okul eğitim elbette çok önemlidir ama, aile, sokak, kamuoyu, basın vs. de eğitimin şekillenmesinde rol sahibidir.
Peşmergelik Yüce Bir Değerdir, yazısında, Saddam Hüseyin’in yardımcısı, Taha Yasin Ramazan’dan (1938-2007) söz edilmişti. Taha Yasin Ramazan’ın da Kürd olduğu, ama Enfal’de ve Kürd soykırımında Saddam Hüseyin’in çok önemli bir yardımcısı olduğu vurgulanmıştı. Küçük bir memurken Baas Partisi’ne katılması, Baas Partisi’nde aldığı siyasi ve askeri eğitim, O’nu Kürd karşıtı, Kürd düşmanı bir unsur haline getirmişti.
Aynı sözler Süleyman Nazif için de söylenebilir. Osmanlı okullarında eğitim almak, İttihat ve Terakki’ye yakın olmak, İttihat ve Terakki çevresinde söz sahibi olmak, O’nun, Kürd/Kürdistan karşıtlığını belirleyen unsurlar olmuştur. Süleyman Nazif, Kürd olmasına rağmen, “yedi nesil öncesinden beri Türküm” diyen bir kişidir.
Şeyh Abdüsselam Barzani’nin, Kürd kalması, kendisinin, kendi toplumunun gasbedilmiş haklarının bilincine varması, eğitimini, Barzan Medresesi’nde almasıyla yakından ilişkilidir. Medresenin, Kürd okulu olduğu bilinmektedir. Barzan Mederesesi’nin, bir okul olduğu, örneğin tekke olmadığı vurgulanmalıdır.
Şeyh Said’in (1865-1925) ve dava arkadaşlarının yargılanmasını hatırlayalım. Mahkeme heyetinde Ali Saip Ursavaş (1885-1939) isimli bir hakim vardı. O’da bir Kürd’dü. Revandizli bir Kürd. Askeri eğitimini, İstanbul’da Osmanlı Askeri Akademilerinde almış bir Kürd. Şüphesiz, Jön Türklere, İttihatçılara, daha sonra da Kemalistlere çok yakın bir kişi. Şeyh Said’le, mahkeme dışında, cezaevine giderek yaptığı görüşmelerde, “biz şeriatı getirmek için kalkışma yaptık” dersen küçük bir ceza ile kurtulman mümkün…” demeye, onu aldatmaya çalışan bir hakim. “Dediğim gibi davranırsan, kısa bir süre sonra, Hınıs’da kuzu çeviririz…” diyen bir hakim… 1925 sularında, Kürdlerin, Batı kamuoyuna karşı şeriat için kalkıştıkları, iç kamuoyuna karşı ise, Kürdistan için kalkıştıkları şeklinde bir propaganda olduğu bilinmektedir.
Ali Saip Ursavaş da kendisine “Kürdüm” diyordu. Ama onunu için Kürdlük, bir folklorik ayrıntıdan başka bir şey değildi.
Osmanlı-Kürd/Kürdistan savaşları söz konusu olduğu zaman, medreseleri ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Kürdistan’daki medreselerde eğitim gören herkesin yurtsever olamayacağı açıktır. Belki, Sofi Abdullah da bir medresede eğitim görmüştür. Ama O’nun gördüğü eğitim, O’nun Kürd kalmasını, kendi olmasını, gasbedilmiş haklarının bilincine varmasını, Kürdistan için mücadele etmesini sağlayamamıştır.
Barzan Medresesi, bu konuda dikkate değer bir özelliğe sahiptir. Kürd hakları için mücadele, Ulasal mücadele İkinci Abdüsselam Barzani ile başlamıştır. Ama, Abdüsselam Barzani’nin babası Muhammed Barzani (ö. 1902) ve dedesi Birinci Abdüsselam Barzani (ö. 1872) dönemlerinde de Barzanlar, Kürdlerin kendi kendilerini yönetmeleri, vergi konularında, Osmanlı yönetimi ile her zaman çatışma içinde olmuşlardır. Birinci Abdüsselam Barzani’nin, Nakşibendiliğin Kürdistan’daki kurucusu, Mevana Halid’den (1779-1827) icazet (diploma, izin) aldığı da belirtilmektedir. İkinci Abdüsselam Barzani ile başlayan Kürdlük için mücadele, küçük kardeşleri Şeyh Ahmet (1896-1969) ve Mele Mustafa Barzani (1903-1979) dönemlerinde ve daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Bugün de davam etmektedir.
19. yüzyılın ortalarından itibaren, Osmanlı yönetimi Kürd medreselerine müdahale etmeye başlamıştır. Bu, Osmanlı yönetiminde merkezi idarenin kurulmasıyla, Kürd mirliklerinin yıkılmasıyla paralele giden bir süreçtir. Mirlikler dönemindeki Kürd medreseleriyle, şeyhlikler dönenindeki medreseler birbirlerinden çok farklıdır. Mirlikler döneminde medreseler şüphesiz çok daha Kürdidir. Medreselerde, Kur’an, Hadis, Fıkıh, Kelam, İslam Felsefesi, Mantık, Akaid gibi dersler, Arapça, Farsça gibi dersler okutuluyorsa da eğitim dili Kürdçe’dir. Kürd diline, Kürd edebiyatına ilişkin dersler de vardır. Şakir Epözdemir’in, Medreseyên Kurdî (Weşanên Nubihar, Gulan 2015, 159 s.) kitabı bu konuda değerli bir çalışmadır. Medreselerle ilgili bir diğer çalışma için bk. Dr. Serdar Şengül, Halidi Nakşibendilik, ve Medreselerde İlim Anlayışının Dönüşümü, Kıyam ve Kıtal Osmanlı’dan Cumhuriyete Devletin İnşası ve Kolektif Şiddet (Hazırlayanlar, Ümit Kurt, Güney Çetin, Türk Tarih Vakfı Yayınları, Nisan 2015 s. 321-360)
Yukarıda belirtilen eğitim sistemi, şeyhlikler döneminde de şu veya bu şekilde devam etmiş olabilir. Ama Mirliklerin yıkılıp merkezi otoritenin Kürdistan’da güç kazanması sürecinde, şeyhler de merkezi otorite ile ilişki kurmaya başlamışlardır. Siyasal iktidarın, devletin meşruiyetinin sağlanmasında, şeyhlerin etkin bir rol almaya başlamaları, devletle, siyasal iktidarla işbirliği yapan şeyhlerin maddi olarak desteklenmesi Kurdi özelliklerin zamanla zayıflamasını getirmiştir. Merkezileşme döneminde, klasik eğitim kurumları medreseler yanında, modern eğitim kurumları olan okulların da açılması, bu olularda eğitimin Türkçe olması, Türkçe’nin zorunlu olması, bu okulların Kürdistan’da da yaygınlaştırılmaya çalışılması medreselerdeki Kürdi ruhu zayıflatmıştır.
Şeyhlerin güç kazanması, Ermeni sorunuyla yakından ilişkilidir. 1891’de Hamidiye Alayları’nın kurulması da başta bu sorun ile ilgilidir. Bu tarihlerden sonra, Patnos’da, Kör Hüseyin Paşa, Cizre’de, Mustafa Paşa, Viranşehir’de İbrahim Paşa, Muş’da Hacı Musa Bey gibi, Kürd aşiret reisleri Ermeni mallarının gasbedilmesinde, direnenlerin öldürülmesinde büyük rol oynamışlardır. Tanzimat’la, Islahat Fermanı’yla başlayan bu süreç Hamidiye Alaylarıyla daha da yoğunluk kazanmıştır. Şeyhlik, bu dönemde, Ermeni mallarının yağmalanmasının, buna direnenleri öldürülmesinin İslam hukukuna uygun olduğunu söyleyen, bu konuda görüş açıklayan bir kuruma dönüşmüştür. Şeyhler, verdikleri fetvalarla, bu gasblara, cinayetlere meşruluk kazandırmaya çalışmışladır. Bu gasblardan pay alarak ekonomik bakımdan da güçlenmişlerdir. Bu durumu, çok iyi anlatan çalışmalardan biri Armenouhie Kevonian’ın, Gülizar’ın Kara Düğünü Bir Kürd Beyi tarafından Kaçırılan Ermeni Kızın Gerçek Hikayesi, (Aras Yayıncılık, Çeviri Aslı Türker, Ece Erbay, 2. Basım, İstanbul, Aralık 2015) Bu kitap, gayrımüslimlere karşı İslam adaletinin nasıl çalıştığını, Şeyhlerin bu süreçdeki rolünü çarpıcı bir şekilde dile getirmektedir. Reşkotan Aşireti çevredeki Ermenilerle daha normal ilişkiler geliştiren bir Kürd aşiretidir. Reşkotan aşiretinin Hamidiye Alayları’na katılmadığı görülmektedir.
Bu düşüncelerin, bazı Kürdler tarafından tepkiyle karşılandığını biliyorum. Özgür eleştiri her zaman esas olmalıdır. Eleştiri sahipleri, düşüncelerini olgusal temelleriyle ortaya koymaya çalışmalıdır. Bu tepkileri gösterenlerin, bu düşüncelere ilişkin olarak, hiçbir eleştiri geliştirmeden, sadece, kızgınlık, öfke belirtmeleri, böyle düşünenler de var demeleri doğru değildir.
Ulusal Kurtuluş Mücadeleler ve Din
Ulusal kurtuluş mücadelelerinde, dinin işlevi ve kullanımı üzerinde durmak önemli bir konudur. Örneğin, 1954-1961 Cezayir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’nde, din anti-emperyalist, anti-sömürgeci bir işleve sahip olmuştur. 1919-1922 arasındaki Türk ulusal mücadelesi için de aynı şeyle söylenebilir. Bu mücadelede padişahı, hilafeti, saltanatı, dini, Müslümanlığı kurtarmak, korumak önemli bir slogan olmuştur. Halk bu sloganlar etrafında toplanarak, yabancı güçlere karşı örgütlendirilmiştir. Ama Kürd ulusal kurtuluş mücadelesinde durum çok farklıdır. Bu mücadelede Kürdlerin ulusal talepleri, örneğin Kürd dili ile ilgili talepleri, her zaman din kullanılarak, Müslümanlık kullanılarak bastırılmaya çalışılmıştır. Din, bu mücadelenin bastırılmasında etkin bir rol oynamıştır. İslam kardeşliği, ümmet kardeşliği, bu taleplerin yaşama geçirilmesini engellemek için kullanılmıştır.
Baskı, zulüm yapan devlet ve baskıyı zulmü yaşayan, işgale uğrayan halk, farklı dinlerden olduğu zaman, dinin, böyle olumlu bir işlevi var. Ama, baskıyı yapan devlet ve baskıyı yaşayan halk aynı dindense, dinin kullanımı çok farklı olabilmektedir. İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Türkiye’de Kürdlerin yaşadığı durum budur. Kürdler bütün bu kesimlerde Müslüman devletlerin baskısı altındadır.
Bu bakımdan, Müslüman Bengal halkının, Müslüman Pakistan Devleti’ne karşı verdiği ulusal kurtuluş mücadelesi dikkate değer bir olgudur. Bu mücadelede 1950’lerde, Bengal halkının ulusal isteklerini ileri sürmesi karşısında, Pakistan devleti, Pakistanlı aydınlar, “biz Müslümanız, sizin talepleriniz İslam kardeşline aykırıdır, ümmet kardeşliğine aykırıdır…” şeklinde tepki gösterdi. Müslüman Bengal halkı ise, “biz kardeş değiliz, siz ülkemizi işgal ettiniz, dilimizi yasakladınız, böyle kardeşlik olmaz…” diyerek bu anlayışa karşı çıkıp ulusal taleplerinin ısrarla takipçisi olmuştur. Müslüman Pakistan Devleti’ne karşı, Müslüman Bengal halkının bu tutumu çok önemlidir. İslam kardeşliği, ümmet kardeşliği gibi kavramalar, Kürdleri her zaman kandırmıştır. Ama Bengal halkını kandıramamıştır.
Cemal Temel’in, Mondros’tan Lozan’a Kürdler, 1918-1923, Kürtlerin Aldanma ve Yanılsama Yılları başlıklı çok değerli bir incelemesi var. Bu incelemede, Celal Hoca, Şeyh Ahmed Sunusi (1873-1933) Uceym Sadun Paşa (1887-1960) gibi Arapların, Hilafeti, saltanatı, dini, Müslümanlığı koruma adı altında, Türk ulusal mücadelesine nasıl katıldıkları anlatılmaktadır. Mustafa Kemal bu Arap şeyhlerinin, özellikle Kürdistan’da çalışmaları konusuna çok önem vermiştir. Bu Arap şeyhleri, Kürdistan’a geziler düzenleyerek halkı bu konularda etkilemeye çalışmışlardır. Celal Temel, İki Arap şeyhi başlığı altındaki bu değerlendirmelerden sonra, İki Kürd başlığı altında, Bediüzzaman (1878-1960) ve Ziya Gökalp (1876-1924) de incelenmektedir. Bediüzzaman’ı eski Said ve yeni Said olarak ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. Eski Said Kürdidir. Said-i Kürdi olarak anılmaktadır. Yeni Said, Said-i Nursi olarak anılmaktadır. Devlete yakındır. Dönüm noktası, Rusya’da esirlikten kurtulup İstanbul’a döndüğü tarihtir. Bu, 1918 yılının ortalarına rastlamaktadır.
Bediüzzaman, Kürd ulusal mücadelesi sırasında, kendisinden de yardım istendiği zaman, “Türkler Müslümandır. Müslümanlığa çok hizmet etmişlerdir, Türklere kurşun sıkmayız…” demektedir. Yeni Said, Müslüman Türk yönetiminin, Kürdistan’da Müslüman Kürd halkına karşı gerçekleştirdiği soykırımlar karşısındaysa her zaman sessiz kalmıştır.
Yeni Said, Said—Nursi, bu tutumunu, “artık siyasetle uğraşmıyorum, kendimi tamamen dine verdim” diyerek açıklamaktadır. Aslında, devlet yanlısı bu tutum da tam anlamıyla bir siyasettir. Dr. Serdar Şengül, yukarıda belirtilen değerli incelemesinde, kendini tamamen dine veren ilimle uğraşan şeyhler, ve siyasetle uğraşan şeyhler şeklinde bir ayrımdan söz etmektedir. Kendisini tamamen dine verenlerin, Kürdlükten tamamen uzaklaşmaya başladıkları, Kürdlükten kaçtıkları, devlet yanlısı bir siyaset izledikleri vurgulanmalıdır. Halbuki aynı çevrelerin, Filistinli Müslümanların, Bosnalı Müslümanları mücadelelerine nasıl yandaş oldukları, bu mücadeleleri nasıl destekledikleri yakından bilinmektedir.
Aynı çevrelerin 1970’lerde, Bengal halkının mücadelelerine, devlet gibi nasıl karşı oldukları, Pakistan Devleti yanında yer aldıkları, Bengal ulusaL kurtuluşçularını eşkıya, anarşist diye suçladıkları yine biliniyor.
Celal Temel’in incelemesinde, Bitlis milletvekili Yusuf Ziya’nın (1852-1925), Dersim milletvekili Hasan Hayri (1881-1925) çeşitli konuşmalarından da örnekler verilmektedir. Bu konuşmalarda, Osmanlı-Türk eğitim sisteminin, devletin ve İttihat ve Terakki’nin İslam anlayışından nasıl etkilendikleri açıkça görülmektedir.
Celal Hoca’nın incelemesinde, Dersim milletvekili Diyap Ağa’nın (1852-1932) Diyarbakır milletvekili Zülfi Tigrel’in (1876-1940), Muş milletvekili Hacı İlyas Sami’nin (1882-1932) durumları da değerlendirilmektedir. 1990’larda, Sosyaldemokrat Halkçı Parti’den Muş milletvekili olarak görev yapan Muzaffer Demir’in (1953-2007) konuşmaları da ele alınmaktadır.
Bu değerli çalışmanın, yakında İBV yayınları arasında basılacağı ve okuyucularla buluşacağı kanısındayım.
Cumhuriyet Dönemi
Cumhuriyet döneminde, Kürd medreselerin kapatılmasının ve ‘alfabe devrimi’nin, Kürdlerin asimilasyonuyla çok yakından ilişkili olduğu belirtilmelidir. Gerek medreselerin kapatılmasının, gerek ‘alfabe devrimi’nin, Türkler ve Kürdler bakımından anlamının çok farklı olduğu vurgulanmalıdır. Bu süreçde Türklere yeni bir okul, yeni bir alfabe verilmiştir. Aynı kategoriler, yani Türk okulu, Türk alfabesi Kürdlere de dayatılmıştır.
Şöyle düşünelim. Cumhuriyetle birlikte, Kürdçe yasaklanıyor. Kürd diliyle eğitim veren medreseler yasaklanıyor. Bu yasaklarla birlikte, Kürd diliyle ilgili bütün arşiv imha edilmeye çalışılıyor. Örneğin, yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, yayımlanmış Kürdçe gazete ve dergiler, devlet kütüphanelerinden ayıklanmaya, imha edilmeye başlanıyor. Kürd diliyle ilgili izleri silmek sistematik bir politika haline geliyor. Bütün bu durumları, yeni Kürd nesillerine anlatabilecek Kürd aydınları ise, ya çatışmalarda yok edilmiş, ya da firar halinde, yurt dışındadır.
Böyle bir ortamda, Devlet, Kürdlerin aslını Türk olduğu, Kürdçe diye bir dil olmadığı şekilde bir propagandaya başlıyor. Bu propagandayı iki şekilde geliştirdiğini söylemek, kanımca çok daha doğru. Kürdler inkar edilerek yok sayılıyor. Bu, Kürdlerin ‘öteki’ bile kabul edilmediği anlamına gelir. Bazan da “ilkeldir”, denerek, “Kürdçe denen dilin 30 kelimesi bile yoktur…” denerek aşağılanıyor, horlanıyor, küçümseniyor. Ama aynı dönemde, Türklük, Türk dili abartılı bir şekilde övülüyor, yüceltiliyor. Böyle bir ilişkiler ağında, alfabe değişikliği, okul değişikliği ne anlama gelir? Böyle bir ortamda, diyelim 1930’larda, eğitime başlayan bir Kürd çocuk okulda nelerle karşılaşır, neler öğrenir? Ailedeki ve okuldaki durumun farklılığı Kürd çocuklarını nasıl etkiler? Pedagojik bakımdan bunların incelenmesi gerekir.
Yukarıda, Barzan Medresesi’nin, yurtsever Kürdlerin yetişmesinde önemli bir role sahip olduğu belirtilmişti. Bu çerçevede, Şeyh Abdülkadir’in (1851-1925), Emin Ali Bedirxan’ın (1851-1926) ve çocuklarının, Simko’nun (1857-1930), Şeyh Said’in (1865-1925), Şeyh Mahmud Berzenci’nin (1878-1956), Kadı Muhammed’in (1900-1947) eğitim durumlarının da incelenmesinde de yarar vardır. Bu incelemeler, Kürdlerle, Kürdistanla ilgili bilgilerimizi çoğaltacaktır.
Emin Ali Bedirxan, yurtsever bir kürdür. Çocuklarını da bu doğrultuda yetiştirmiştir. Çocuklarını Osmanlı okullarında değil, kendisi özel eğitimle yetiştirmeye çalışmıştır. 1864 yılında, Hecî Qadirê Koyî, (1817-1897) Koye de bazı Kürd şeyhlerini eleştiren şiirler yazmıştır. Bu eleştirilerden dolayı şeyhler Hecî Qadirê Koyî hakkında ölüm kararı vermiştir. Bunu üzerine Hecî Qadirê Koyî, Koye’yi terk ederek İstanbul’a gelmiştir. Hecî Qadirê Koyî İstanbul’da Bedirxanilerle birlikte kalmıştır. Emin Ali Bedirxan’ın, Abdürrezzak Bedixan’ın arkadaşıdır, dostudur. Süreyya Bedirxan’ın (1883-1938) da özel öğretmenidir.
Şeyh Said’le ilgili olarak şunu ifade etmekte yarar vardır. Kürd sorunu Ermeni sorunuyla yakından ilgilidir. 1925'de idam edilen Şeyh Said’in ve 47 dava arkadaşının, Emenilere yapılan baskılara, örneğin Ermeni Tehciri’ne karşı durdukları, Ermeni-Süryani malları yağmasına katılmadıkları kanısındayım. Ama Şeyh Said direnişi sırasında, devletle işbirliği yapanların, direnişe destek vermeyen aşiret reislerinin, şeyhlerin önemli bir kısmının, geçmişi incelendiği zaman, 1915’de, öncesinde ve sonrasında Ermenilere yapılan baskılara, Ermeni-Süryani malları yağmasına katıldıkları, yağmadan büyük pay aldıkları söylenebilir. Bu görüşün, Kürdistan’ın çeşitli kesimlerinde, kişiler ve ailelere nezdinde test edilmesinde yarar vardır. Bu bilgilerimizi çoğaltacaktır. Bu konuda, İbrahim Sediyani’nin, Bütün Yönleriyle Şeyh Said Kıyamı Cilt 1, Cilt 2 çalışması da önemlidir. (Şura Yayınları, İstanbul 2014 748 sayfa)
Bugün Kürd çocukları, örneğin, Başur’da modern eğitim kurumlarında, çağın eğitim teknikleriyle eğitim görmektedir. Ama, geçmişin bilinmesinde, unutulmamasında yarar vardır.
Mele Abdullah Begik (1897-1992)
Haziran 1971’de, Sıkıyönetim Komutanlığı Diyarbakır Askeri Tutukevi’ne götürülmüştüm. Burada pek çok kişiyle tanıştım. Bunlar arasında Kozluk’tan gelenler de vardı. Bu arkadaşlar çok yurtsever kişilerdi. Bunlar, mele, öğretmen-öğrenci, esnaftan kişilerdi. Mele Abdullah Garzi’nin (Abdullah Begik) Timok/Kozluk’daki medresesinde eğitim gördüklerini söylüyorlardı. Mele Abdullah Garzi, DDKO Davası, Kozluk bölümünde, tutuksuz yargılananlar arasındaydı.
Silvan’dan ve Kozluk’tan gelen arkadaşlar şöyle bir olay anlatmışlardı. Devrimci Doğu Kultür Ocakları, 10 Ocak 1971 de, Kozluk’ta açılmıştı. Bu en son DDKO’dur. 12 Mart 1971 de, ordu hükümete muhtıra verdi.
DDKO’nun, 10 Ocak 1971'de Kozluk’da açılışı sırasında, Mele Abdullah Begik de bir konuşma yapmış. Bu konuşma DDKO Davası (Esas No 1972/34, Karar No 1972 /44) gerekçeli kararında, “Türkçe olmayan sözlerle halka hitap etti…” diye verilmektedir. (s. 477) Bu konuşma sırasında, toplantıyı izleyen kaymakam çok kızmış ve Mele Abdullah Garzi’ye tokat atma girişiminde bulunmuş. Bunun üzerine oradaki kalabalık buna tepki göstererek hem tokadı engellemiş hem de kaymakamlığa yürümüş… Rahmetli dostumuz Mahmut Yeşil, 1960’ların ortalarından itibaren, gerek Silvan’da, gerek Kozluk’ta gelişen olayları, bana birkaç defa anlatmıştı.
Bu kaymakamı, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden, Mülkiye’den tanıyorum. Benim sınıf arkadaşımdı. (1958-1962)
Mele Abdullah Garzi 1980’lerde gerillaya da destek verdi. Bu sırada, Timok’daki evi ve medresesi yakıldı, yıkıldı. Yurtsever kişilerden, kurumlardan iz bırakmamak hepsini silmeye çalışmak, devletin önemli bir tutumu oluyor. Mele Abdullah Timok’u, Kozluk’u terk etti, önce Rojhilat’a oradan, Başur’a daha sonra da Lübnan’a Beka Vadisi’ne ulaştı. Burada PKK lideri Abdullah Öcalan’la görüşmeleri de var. Mele Abdullah Garzi, gerek 1960’larda, ve sonrasında, gerek günümüzde, ender rastlanan din adamlarından biriydi.
Bu yazı zazaki.net sitesinden alıntılanmıştır.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.