‘TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİ’
İsmail Beşikci
17 Ocak 2018 Çarşamba 16:29
Barış Ünlü, son 7-8 senedir "Türklük Sözleşmesi" kavramı etrafında yazılar yayımlıyor. Ocak 2018’de bu konu ile ilgili yeni bir kitap yayımladı:
Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi, Oluşumu, İşleyişi ve Krizi, Dipnot Yayınları, Ankara 2018
Türklük Sözleşmesi isimli bu yeni kitabın Kaynakça bölümünde, Barış Ünlü’nün bu konu ile ilgili olarak kaleme aldığı yazıların listesi de yer alıyor.
Barış Ünlü’nün Sözleşme kavramı, Thomas Hobbes’in (1588-1679), Jean Jacques Rousseau’nun (1712-1778) Toplumsal Sözleşme kavramlarını çağrıştırıyor.
Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi konusundaki çalışmalara, ABD’de doktora eğitimi döneminde, Beyazlık-Siyahlık üzerine düşünmelerle başladığını belirtiyor. ABD’de 1980’lerden itibaren, bu konuyla ilgili olarak yayımlanan, kitapları, yazıları ilgiyle ve dikkatle incelediğini, tartışmaları izlemeye çalıştığını, dile getiriyor. (s. 29 vd. ) Güney Afrika’da, Cape Town’da, konuyla ilgili çalışmalara, hız ve yoğunluk kattığını anlatıyor. (s. 62 vd. ) Steve Biko’ya (1946-1977) ve Nelson Mandela’ya (1918-20013) dayanarak Siyah Bilinç hareketini ve Apartheid hareketini değerlendiriyor. Marksizme yönelme, sınıfsal mücadele gibi kavramlarla, Siyahlıktan Kaçış’ın nasıl yaşandığını tahlil ediyor. (s. 73 vd.)
Osmanlılık Sözleşmesi, Müslümanlık Sözleşmesi
Osmanlı yönetiminin son zamanlarında, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren, imparatorluğun beka (kalıcılık, ölmezlik) sorununu olumlu bir yola koymak için, Osmanlıcılık, İslamlık, Türkçülük gibi siyasal akımlar doğmuştu. Barış Ünlü, bunları, Osmanlılık Sözleşmesi, Müslümanlık Sözleşmesi, Türklük Sözleşmesi kavramlarıyla dile getiriyor. Bu çerçevede, Osmanlılık Sözleşmesi’nin nasıl oluştuğunu, neden başarısız olduğunu irdeliyor. Daha sonra, Müslümanlık Sözleşmesi’nin nasıl güç kazandığına işaret ediyor. 1898 Osmanlı-Yunan Savaşı’nda, 1911-1912’deki Trablusgarb ve Balkan Savaşlarında, Halife Padişah’ın cihad çağrısına rağmen, Müslüman ülkelerin bu çağrıya cevap vermemelerinin, Müslümanlık Sözleşmesi’nin de hükmünü kaybettiğini dile getiren yorumlar yapıyor. (s. 81 vd.)
Türklük Sözleşmesi’ne Geçiş
Osmanlılık Sözleşmesi’nin ve Müslümanlık Sözleşmesi’nin başarısız bulunması, Türklük Sözleşmesi’nin doğuşunu ve gelişmesini hızlandırıyor. Sırasıyla, Osmanlılık Sözleşmesi, Müslümanlık Sözleşmesi, Türklük Sözleşmesi ele alındığı zaman, sözleşmelerin coğrafi alanının gittikçe daraldığı görülmektedir. Osmanlılık Sözleşmesi, Küçük Asya’daki, Balkanlardaki, Yakındoğu’daki ve Ortadoğu’daki, Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, bütün halklara hitap ederken, Müslümanlık Sözleşmesi sadece, Müslüman halklara hitap etmektedir. Türklük Sözleşmesi ise, bir ara Turan gibi çok geniş bir alandan söz etse de, aslında, alanı iyice daraltıp, Küçük Asya’daki Müslümanlardan, sadece Türk olanlara hitap etmektedir.
Osmanlılık Sözleşmesi, Müslümanlık Sözleşmesi, Türklük Sözleşmesi resmi ideoloji gibi kavramlardır. Neyin doğru neyin yanlış olduğu, neyin yararlı neyin zararlı olduğu, neyin zamanının geldiği neyin gelmediği, neyin meşru neyin gayrimeşru olduğu, neyin değerli neyin değersiz olduğu, neyin bilimsel neyin gayrı-bilimsel olduğu vs. hep bu sözleşmelerde ince ince belirtilir. Aksine davrananların, idari ve cezai yaptırımlarla karşılaşacakları vurgulanır. Her iki kavram çiftinde de cezalandırma önemli bir unsurdur. Cezalandırmayı hem kolektif hem de bireysel olarak düşünmek gerekir.
Ama cezalandırma unsuru, sözleşmelerin alanı coğrafi olarak daraldıkça, daha farklı bir şekilde gündeme gelmektedir. Hıristiyan Balkan halklarının, 19. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurmalarıyla, kolektif bir cezalandırma sürecinin işlemediği görülmektedir. Ama Hıristiyan halkların, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılıp kendi bağımsız devletlerini kurmalarına rağmen hala imparatorluk sınırları içinde bulunan Hıristiyan halkların bireysel cezalandırılmaları söz konusu olmaktadır. Hatta, Ermenilerde olduğu gibi, kolektif cezalandırılmaları da gündeme gelmiştir.
Balkan halklarının, Osmanlı yönetiminden ayrılıp kendi bağımsız devletlerinin kurmaları Osmanlılık Sözleşmesi zamanında gündeme gelmiştir. Cezalandırma yanında, elbette, ödüllendirilme de vardır. Sözleşme hükümlerine uyanlar, rahat bir şekilde yaşayacaklarının bilirler. En önemli ödül budur. Bunun dışında, ayrıca, yerine ve zamanına göre, maddi ve manevi ödüllerin olacağını da bilirler. Yasak edilmiş konulara değinmenin, birtakım idari ve cezai yaptırımlar getireceğini bilirler, bu tür konulara hiç değinmezler. Bu konulara değinmemek için büyük bir çaba sarfederler. Muteber bir Türk vatandaşı olmak için, herkesin, devletin yasak ettiği konularda, aktif bir propaganda içinde olması gerekmez. Sadece, yasak edilmiş konulara değinmemesi, buna özen göstermesi yeterli olmaktadır.
Ermeni sorunu, Ermeni soykırımı, Müslümanlık Sözleşmesi’nin yaşam bulduğu, Türklük Sözleşmesi’ne geçişin gerçekleştiği bir zaman diliminde gündeme gelmiştir. Müslümanlık Sözleşmesi’nin yaşam bulduğu, Türklük sözleşmesine geçişin gerçekleştiği dönem, Rum, Ermeni gibi Hıristiyan halkların, Müslümanlığa asimile edilemeyeceği anlaşıldığından, onlardan sürgünlerle ve soykırımlara uğratarak kurtulmak çok önemli bir çaba olmuştur. Müslümanlık Sözleşmesi’nin geçerli olduğu bir dönemde, Kürdlerin Türklüğe asimile edilmelerinin amaçlayan planlar projeler hazırlamak söz konusudur. Türklük Sözleşmesi’nin geçerli olduğu bir dönemde ise, bu planlar, projeler, kararlı bir şekilde yaşama geçirilmiştir. Asimile olmamak için, Kürd kalmak için direnenler ise, şu veya bu şekilde imha edileceklerdir veya sürgün olacaklardır.
Türklük Sözleşmesi’ne geçişte, Rusya’dan kaçarak gelen, İsmail Gaspıralı (1851-1914), Yusuf Akçura (1876-1935), Ahmet Ağaoğlu (1869-1939) Sadri Maksudi Arsal (1878-1957) Zeki Velidi Togan (1890-1970) gibi Türk aydınlarının çok büyük rolü olmuştur. Bu Türk aydınları, yazılarında, konuşmalarında her zaman, Çarlık Rusyası’nın asimilasyon politikalarını, uygulamalarını eleştiriyorlardı. Türklere karşı uygulanan Ruslaştırma politikalarını suçluyorlardı. Bu Rus baskısından kurtulmak, Türk kimliklerinin korumak için Osmanlı ülkesine sığınmanın ve buradan bu politikalarla, uygulamalarla mücadele etmenin daha yararlı olacağını ifade ediyorlardı. Ama, Osmanlı ülkesinde, İttihat ve Terakki döneminde, Cumhuriyet döneminde, Kürdlere karşı çok daha ağır bir asimilasyon süreci çalışmaya başladı. Örneğin, 1916 yılında gerçeklesen bir milyona ulaştığı vurgulanan kitlesel Kürd sürgünleri, birinci planda bu asimilasyonu gerçekleştirmek için yapılmıştı. Cumhuriyet’deki, ret, inkar, sürgün politikaları, uygulamaları yine bu amaç doğrultusunda gerçekleştirildi. İste, bu politikaların, uygulamaların birinci planda akıl hocaları, Rusya’dan gelen bu Türk aydınları olmuştur. Türklere uygulanan asimilasyon, Ruslaştırma politikalarından dolayı Rusya’yı eleştirmişler, suçlamışlar, Türkiye’de ise, Kürdler uygulanan bu politikaların esas savunucusu ve uygulayıcısı olmuşlardır. Bu da tarihin çok büyük bir ironisidir.
Sakıncalı Üç Fikir Akımı
Cumhuriyet döneminde, devletin kararlı bir şekilde mücadele ettiği üç fikir akımı vardı. Sol düşüncelerle, komünizm propagandasıyla mücadele, İslami fikir akımlarıyla, şeriatçılıkla mücadele, Kürdi düşüncelerle, Kürdçülükle mücadele… Türklük Sözleşmesi, devletin mücadele ettiği, gelişmesinin engellenmesi için devletin bütün olanaklarının, kurumlarının kullanıldığı bu üç fikir akımında sadece, üçüncüsünü, Kürdi, Kürdistani düşünceleri gündemde tutuyor. Dikkat edilirse, burada, Ermenilikle ilgili bir söz bulunmuyor. Bunu şu şekilde açıklamam mümkündür.
Barış Ünlü, Türklük Sözleşmesi’nin üç önemli maddesi olduğunu vurguluyor. Bir. Türkiye’de rahat bir şekilde yaşayabilmek, muteber bir Türk vatandaşı olabilmek için her şeyden önce Müslüman olmak gerekiyor. Bu, Türklüğün, Türk olmanın önemli bir şartının Müslüman olmak olduğu anlamına gelir. Müslüman olmayanların Türk olmaları, Türk kabul edilmemeleri mümkün görülmemektedir. İki. Türklük Sözleşmesi’nin ikinci maddesi, 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde ve sonrasında, Küçük Asya’da Yakındoğu’da yaşayan Ermenilerin, Rumların, Pontusların, Süryanilerin, Êzidî Kürdlerin vs. başına neler geldiğinin hiç söz konusu edilmeyecek olmasıdır. Bir basın mensubunu veya üniversitedeki bir akademisyen bu tür konuları hiç ele almayacak, bu konuların, bu ilişkilerin hiç kıyısında, köşesinde dolaşmayacak olmasıdır. Üç. Türklük Sözleşmesi’nin üçüncü maddesi ise, Kürtlükle ilgilidir. Cumhuriyet’den sonra, Kürdlerin ve Kürdistan’ın, Kürdçe’nin başına neler geldiğinin hiç söz konusu edilmeyecek, bu konuların irdelenmeyecek olmasıdır. Bu çerçevede örneğin 1916 yılında gerçekleşen kitlesel Kürd sürgünlerinin de, benzer konuların da ele alınmayacak olmasıdır.
1970’lerin ortalarına kadar, Ermeni sorunu, Ermeni soykırımı gibi konular gündeme gelmemiştir. Bu konuda çok yoğun ve yaygın bir mutabakat vardır. Ermenilikle ilgili konuların 1973’de, ABD’de Kalifornia’da ASALA’nın bir dışişleri temsilcisine yaptığı saldırıyla başladığı bilinmektedir. Bu yoğun ve yaygın mutabakat dolayısıyla, Cumhuriyet dönemindeki zararlı fikir akımları sayılırken Ermenilik, Rumluk, Pontusluk gibi tarihsel kategorilere değinilmemektedir. Bu tarihlerden sonraysa, zararlı fikir akımları sayılırken, elbette, bunlar da sayılmaya başlanmıştır.
Türklük Krizi
Kürdi, Kürdistani düşüncelerin gelişmesi, Türklük Sözleşmesi’nde önemli bir kriz yaratıyor. Bu çerçevede, Barış Ünlü, kitabında, İsmail Beşikci’nin çalışmaları ve düşüncesiyle ilgili bir analiz yapıyor. (s. 316 vd.) Bu değerli analizi tamamlar diyerek, bu amaçla bazı açıklamalar yapma gereğini hissettim.
İsmail Beşikci’nin çalışmaları, düşüncesi, eylemi söz konusu olduğu zaman iki dönemi birbirinden ayırmak gerekir. 1970-1971’den önce yayımlanan yazılar, kitaplar, 1974-1975’den sonra yayımlanan yazılar, kitaplar… Bu iki dönemde, İsmail Beşikci’nin çalışmaları, düşünceleri çok farklıdır. Örneğin, 1970-1971’den önce yayımlanan Göçebe Alikan Aşireti, Doğu Anadolu’nun Düzeni gibi kitaplarla, bu dönemde, Forum, Ant gibi dergilerde, Akşam gibi gazetelerde yayımlanan yazılarla 1974-1975’lerden sonra yazılan ve yayımlanan yazılar, kitaplar içerik ve düşünce olarak birbirlerinden çok farklıdır. Yukarıda isimleri belirtilen kitaplar, örneğin, Devletlerarası Sömürge Kürdistan, Bilim, Resmi İdeoloji, Devlet Demokrasi ve Kürt Sorunu gibi kitaplarla birlikte okunduğu, incelendiği zaman, yazarın düşüncesindeki, kullandığı kavramlardaki farklılık hemen fark edilebilir. Biz bugün, 1970-1971’den önce yayımlanan kitapları da tekrar yayımlıyoruz. 1990’larda Yurt-Kitap Yayın tamamını yayımlamıştı. Bugün İBV’de hepsini yayımlamaya çalışıyor. Bu iki dönem bazı okurların bilincine çarpıyor, okurlar, bu farklılığın nasıl oluştuğunu anlamaya çalışıyor.
Aradaki dönemin bilincine varmak çok önemlidir. Arada 12 Mart 1971 Rejimi var. Diyarbakır Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde görülen davalar, duruşmalar… var. Askeri savcılar iddianamelerinde, tarihte, Kürd diye bir milletin olmadığını, Kürdçe diye bilinen bir dilin olmadığını, herkesin Türk olduğunu, Kürdçe denen dilin aslında Türk dili olduğunu, aksini iddia edenlerin büyük bir suç işlediklerini, Türklerin milli duygularını zedelediklerini, yargılanıp cezalandırılmaları gerektiğini vurguluyorlardı. Askeri mahkemeler bu iddialar doğrultusunda kararlar veriyorlardı. Mahkemeler gerekçeli kararlarında Kürd diye bir milletin olmadığını, Kürdçe diye bilinen bir dilin olmadığını, herkesin Türk olduğunu, dillerin kökeninin Türkçe olduğunu isbat etmeye çalışıyorlardı. “Son yapılan bilimsel çalışmalara göre…” diyerek bu ispatlarını daha güçlü kılmaya çalışıyorlardı.
Bu iddialar karşısında bilimin olgusal olduğunu vurgulamaya çalışıyorsunuz. Olgulardan kopuk, olguları reddeden, yok sayan bir bilim olamayacağını vurguluyorsunuz. Olgu ve kavram arasındaki ilişkiyi vurguluyorsunuz. Olguya dayanmayan kavramın boş, kavramsız olguların kör olduğunu dile getiriyorsunuz. Olguların, kişilerin ve kurumların istek ve iradelerinin dışında, her zaman var olduklarını belirtiyorsunuz.
Muhbir-tanık profesörlerin altısı, askeri mahkeme huzurunda da dinlendi. Bu muhbir-tanık profesörlerin biri rektör, üçü fakülte dekanıydı. Onlar, Kürd diye, Kürdçe diye toplumsal ve dilsel bir kategorinin olmadığını, herkesi Türk olduğunu, bunları, Türkiye’yi bölmek için Beşikci’nin uydurduğunu söylüyorlardı. Bilimin olgusallığını, olguların, insanların, kurumların istek ve iradelerini dışında zaten var olduklarını vurguladığınız zaman, ‘devlet, millet söz konusu olduğu zaman, olgu-molgu olmaz, bilim-milim olmaz’ diyorlardı.
Bu çerçevede, Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi’nde, iki gün boyunca konuşmalar, tartışmalar, iddialar, savunmalar olmuştu. Bu süre içinde, mahkemede, Türk siyasal sisteminde, Türk siyasal rejiminde, özgür düşüncenin ifade edilmesini engelleyen, özgür eleştirinin dinamik bir şekilde işlemesini engelleyen, bilimin gelişmesini, bilim ortamının gelişmesini engelleyen bir kurum olduğunu fark ediyorsunuz. Resmi ideolojinin bilincine varma böyle gerçekleşiyor. Resmi ideolojinin herhangi bir ideoloji olmadığını, devletin idari ve cezai yaptırımlarıyla korunan ve kollanan bir ideoloji olduğunun bilincine varıyorsunuz. Böyle bir kavramın, Anayasa’da, Yasalarda, yönetmeliklerde, tüzüklerde vs. yer almamasına rağmen, Anayasa’nın üstünde duran, Anayasa’yı da bağlayan bir kurum olduğunu anlıyorsunuz. Resmi ideolojinin, Türk siyasal sisteminin, Türk siyasal rejiminin en önemli kurumu olduğunu anlıyorsunuz. 1990 ‘larda, Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ile ilgili çalışmalar da gelişiyor. 1974-1975’den sonra yayımlanan yazılar, kitaplar, hep resmi ideolojinin, bilimin ve siyasetin kavramlarıyla eleştirisi doğrultusunda gelişmiştir. Bu bakımdan, iki farklı dönemin bilincine varmak da önemli olmaktadır.
Kürdlerin, Kürdçe’nin inkarı, yok sayılması konusunda, üniversite, yargı, yüksek yargı gibi devletin temel kurumları da, sivil toplum kurumları gibi kurumlar da aynı görüşü paylaşıyordu. Ret, inkar, yok sayma sürecine onlar da yoğun ve yaygın bir şekilde katılıyorlardı. Mahkemelerle yargı organları arasındaki ilişki, 1945-2000 yılları arasında, sakıncalı bulunan bazı yazılar ve kitaplar hakkında gündeme gelen, ‘bilirkişilik’ kurumunda kendini gösteriyordu. Üniversite hocaları, mahkemelerden, kendilerine gönderilen bu tür kitapları, yazıları, ‘içinde suç var mı, yok mu…’ diye okuyorlar, rapor hazırlayıp mahkemeye gönderiyorlardı. Kendilerine sağcı denen, solcu-marksist denen, liberal denen hocalar da bu tür raporlar hazırlıyorlardı. Düşüncede suç arayan bir zihniyet bilim ortamı oluşturabilir mi? Böyle bir anlayış bilimi geliştirebilir mi? İfade özgürlüğü olmadan, özgür eleştiri dinamik bir şekilde işlemeden bilim, özellikle tarih, Sosyoloji, Siyaset Bilimleri, Antropoloji, Ekonomi gibi bilimler, Hukuk gibi normatif bilimler, Beşeri Bilimler, Güzel Sanatlar vs. gelişir mi?
Üniversite bilginin, bilimin üretildiği en önemli merkezdir. Bilimin en önemli koşulu ise, özgür düşüncedir, özgür eleştiridir, ifade özgürlüğüdür. Bu düşünsel kategoriler aynı zamanda demokrasinin de temel koşuludur. Bu temel gerçekliklere rağmen, üniversite, inkara ve yalana dayalı bir resmi ideolojinin dayatmalarına nasıl boyun eğebilmiştir? Üniversite, bilimin olgusallığını hiç hesaba katmadan bu dayatmalara nasıl boyun eğebilmiştir? Bu dayatmaları hiç sorgulamadan bunlara riayet etmek neyin göstergesidir?
Bir tarafta, Kürtler, Kürdçe yoktur, herkes Türktür, dayatmaları var, öbür tarafta, Kürdler ve Kürdçe istek ve iradelerimizin dışında objektif olarak vardır, savunmaları söz konusudur. Bu koşullarda adalet nasıl kendini gösterecektir? Dayatmalara dayanarak mahkumiyet hükümleri oluşturarak mı, yoksa savunmalara itibar ederek mi?
Türklük Sözleşmesi ve Resmi ideoloji… Her iki kavram da, Türk siyasal sistemini, Türk siyasal rejimini, toplumsal gelişmeleri, toplumsal talepleri anlamak için kullanılabilir. Yerine ve zamanına göre bu iki kavram bazan, birbirlerinin yerine de kullanılabilir.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.