TÜRKİYE’NİN JEOPOLİTİK TEHDİT ALGISI; KÜRDİSTAN!
Sinan Çiftyürek
06 Temmuz 2015 Pazartesi 07:48
Türk devleti; Rojava özelde de Kobanê ile Efrin bağlantısı üzerinden neden bu kadar büyük tehdit algılıyor? Kobanê’nin düşmesini neden çok istedi? Kobanê ile Cizire kantonu arasında bulunan Tel Abyad’ın PYD ile müttefiklerinin kontrolüne geçmesine neden bu kadar rahatsızlık duydu? Tel Abyad’ın düşmesiyle IŞİD merkezi Rakka’nın önemli bir lojistik hattının kapanmış olmasına, Türk devleti niye bu kadar geriliyor? Önemlisi, Kobanê ile Afrin’i coğrafik olarak birleştirecek olan hattın PYD ile birlikte hareket eden güçlerin eline geçmesi halinde, nedennedelmasına,hattının kapanmasına “bunu savaş nedeni sayarım” benzeri tutum ve söylemlerle karşıladı? Neden IŞİD lideri Bağdadi İslam devleti ilan edip Rojava’ya saldırdığı zaman Türk devleti bunu bir tehdit olarak algılayıp “asla izin vermeyiz” demedi de, mesele Kürtler olunca ve üstelik PYD sıkça “devlet istemiyoruz” dedikleri halde derin bir tehdit algılıyor? Türk ulusal basınında köşe yazarları neden haftalardır “Akdeniz’e açılacak Kürt koridoru”nu yazıp duruyorlar?
Bütün bu soruların yanıtını bir cümlelik özeti şudur; Türk devleti, Kürdistan üzerinden Jeopolitik tehdit algıladığı için bunca kıyameti kopartıyor. Bu cümleyi farklı açılardan açalım.
I- Osmanlı imp.nun stratejik derinliği; Avrupa’da Balkanlara, Asya’da ise Kafkasya’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanıyordu. Fakat Birinci Dünya savaşına gelindiğinde küçülen Osmanlı İmp.nun karasal jeopolitik derinliği, denilebilir ki Doğu Kürdistan hariç Kürdistan parçalarıyla sınırlı bir coğrafyaya doğru gerilemişti. Savaş sonrası Osmanlı’nın devamı Türkiye Cumhuriyetinin ise, Kuzey Kıbrıs’ı saymazsak karasal stratejik derinliği Kuzey Kürdistan’la sınırlı hale gelmiş oldu.
Kısacası, jeostratejik derinlik açısından bakıldığında Türk devletinin, Kuzey Kıbrıs ile Kuzey Kürdistan’ı, “bir çakıl taşını vermeyiz” söylemiyle ölümüne savunduğu görülür. Kuzey Kıbrıs’ın elden çıkmasını, deniz alanında jeopolitik derinlik kaybının yanı sıra “Doğu Akdeniz ekonomi havzası pastasından pay almada elim ciddi zayıflar” kaygısına dayanır. Kuzey Kürdistan’ın kopuşunda ise, karasal derinlik kaybı başta olmak üzere birden fazla kayıp veya tehdit algılanmakta.
Kuzey Kıbrıs ile Kuzey Kürdistan’ın coğrafik kopuşu, Türkiye’nin küresel jeostratejik öneminde (değerinde) büyük bir gedik açar. Özellikle Kürdistan’ın kopuşu demek, sabit stratejik değerleri de içeren karasal derinliğinin ciddi kaybı olur ki, bu durum Ortadoğu ülkesi olma özelliğini de önemli ölçüde yitirmesinin yanı sıra Türk yetkililerinin çokça övündüğü “üç kıtayı birleştiren ülke” coğrafik pozisyonu da kaybolur. Diğer önemli bir konu; Kafkasya’dan Mısır’a uzanan bölgenin, Türkiye üzerinden küresel kapitalizme entegre edilmesi hedeflenen ve fakat Suriye savaşı ile Kürdistan meselesi nedeniyle ertelenen proje de tümüyle rafa kalkmış olur.
Kürdistan’ın Türkiye’den muhtemel kopuşu, yani Azerbaycan ile aralarına coğrafik olarak Ermenistan’ın yanı sıra birde Kürdistan’ın girmesi; Anadolu Türkleri ile Ortaasya Türkleri arasındaki karasal bağlantıda büyük coğrafik kopukluk oluşturur ki Türk rejimi böyle bir gelişmeden, “Türkler Anadolu’ya hapsolur” hatta “Anadolu’daki varlıkları bile sorgulanır hale gelebilir” şeklinde derin tehdit algılıyor.
II- Bu kısa belirlemeler ışığında, Türk devletinin Kobanê, Tel Abyad ve özellikle Kobanê ile Afrin arasındaki coğrafik hat üzerinde neden bu kadar hassas olduğuna bakabiliriz.
Suriye BAAS rejimi 1963’te oluşturduğu “Arap Kemeri” ile Rojava’nın hem coğrafik birliğini hem de demografik yapısını ciddi tahrip etmişti ki bu durum halen aşılmış değil. Buna Rojava’nın en uzun 70-80 km ile sınırlı karasal derinliği de eklendiğinde Batı Kürdistan’da kendi başına bağımsız bir Kürt devletinin kurulamayacağını Türk devleti de bilir, biliyor. O halde neden böylesine ciddi bir tehdit algısı yaratılıyor?
Birincisi; devletsiz 40 milyon Kürdün devletleşme dinamiğidir. Yüzyıllardır ulusal özgürlüğü için onca bedel ödeyen Kürt halkı kendi kaderini tayin hakkını kullanmak istiyor. Özellikle Kerkük, Şengal, Kobanê’de Kürt halkının IŞİD karşısında devletsizliği iliklerinde hissetmesi bunu kamçılayan önemli bir faktör olmuştur.
ABD emperyalizmi ise, 21. Yüz yılda Asya’ya egemen olan dünyaya egemen olur düsturu ile Asya, özelde de Ortadoğu üzerinden egemenlik peşinde koşarken baskı altındaki etnik ve inanç gruplarının özgürlük talepleriyle örtüşme ya da bu talepleri ilgili bölgeye yerleşmenin manivelası olarak kullanırken Irak’ta yolları Şii Araplar ile Kürtlerle birleşmişti.
Dolaysıyla ABD’nin 40 yılı kapsayan Avrasya üzerinde egemenlik savaşı stratejisinde, farklı etnik ve inanç grubu gibi Kürtlerin yer alması, tamamıyla Kürtlerin mücadele sahasında ki kavgalarına ve bu kavganın ABD ile Batının emperyal çıkarlarıyla karşılıklı ne kadar örtüştüğüne bağlı olarak gelişecektir. ABD, Kürtlerin bağımsızlık mücadelelerini destekleyecek mi yoksa daha önce yaptığı gibi yarı yolda mı bırakacak? Bu durumu, esas kendi özgürlük mücadelelerinin öznesi olan Kürtlerin kavgası ve ikincil olarak İran ile Türkiye’nin pozisyonu belirleyecektir. Zira daha önce vurgulamıştım, küresel denklemin Ortadoğu ayağında, Kürtler tek başına Türkler, Farslar ve Araplara karşı denge oluşturabilir mi? Çok zor!
İkincisi; önceleri Avrasya pastasına tek başına el koymak isteyen ve dolaysıyla İngiliz, Fransız gibi müttefiklerini de dışlayarak davranan ABD’nin tıkanmasıyla, özellikle Irak’ta kendi hatası sonucu İran karşısında bir sıfır yenik duruma düşmesiyle, Ortadoğu’da derin İngiliz aklı başta olmak üzere müttefikleriyle ittifaka yeniden ihtiyaç duydu. İngiliz ve Fransızların kendi çıkar hesaplarıyla Avrasya’da egemenlik kurmaya ABD ile örtüşerek dönmeleri, Kürdistan meselesinde de Birinci Dünya savaşındaki günahlarından arınma yönelimine girdiklerinin kimi işaretleri var. Dün Sykes Picot’ta Kürtleri görmeyen İngiliz ile Fransızların bugün emperyal çıkarları gereği (bu kez çıkarları Kürtlerle örtüşüyor olması nedeniyle) Kürtlere destek verirler mi? Bu da yine Kürtlerin sahada ki mücadelelerine bağlı olacaktır.
Kısacası Türk devletinin dün Güney, bugün Rojava üzerinden algıladığı derin tehdidin temelinde; Kürt halkının devletini kurmadaki kararlığına, ABD ve Batılı müttefiklerinin de desteğini alacak ihtimali yatmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Güneyimizde bir devlet kurulmasına asla izin vermeyeceğiz” tehdit yüklü korkusu da buradan gelir.
ABD liderliğindeki Koalisyon güçlerinin, Irak ordusunda aradığını Peşmerge’de bulması, Suriye’de ise IŞİD’e karşı, ÖSO ve Suriye Muhalif Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) ile sahada yapamadığını PKK/YPG üzerinden yapması ve cephede ki ittifakı, Türk devletinin kaygılarını güçlendiren en önemli faktör.
Bunları söylerken şunu da ekleyelim; Halep’in Kuzey’inde özellikle Efrin ile Kobanê arasında ki bölgede “kontrol kimde olacak” sorusuna yanıt aranırken savaş beklenmedik boyutlara tırmanabilir ve Türkiye müdahaleye yönelebilir. Türkiye’nin ABD ile NATO’da müttefik olması da bunu durduramayabilir çünkü Suriye ve Kürtlerle ilişkilerde, Türkiye ile ABD’nin müttefikliği giderek sürdürülebilir olmaktan çıkıyor, çıkabilir.
Üçüncüsü; Güney Kürdistan’ın bağımsız devlet olma yolunda kurumsal ve uluslararası ilişkiler alanında kısmen yol almasıdır.
Bir yandan; İran başta olmak üzere işgalci rejimlerin tüm çelmelerine rağmen, askeri ve siyasal alanda içerde yol katederken, diğer yandan, Barzani’nin bağımsızlık için çıktığı uluslararası destek arayışı turundan iyimser dönmesidir. Çek, Macaristan, Kanada gibi devletlerin açık desteğinin yanı sıra Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan gibi Arap ülkelerinin Kürdistan meselesinde tavırlarının yumuşamış olması, Türk devletinin tehdit algısını güçlendiren bir diğer gelişmedir.
Ayrıca Irak’ın parçalanmasının kendisiyle sınırlı kalmayacak olmasından yani Suriye, Lübnan, Ürdün, Filistin’i …. kapsayacak zincirleme gelişmeleri beraberinde getirecek olmasından, Türk devleti kendi geleceği açısından büyük tehdit algılıyor.
Türk devleti Güneyinde herhangi bir devletin kurulmasına değil Kürt devletinin kurulmasına karşıdır. Örneğin IŞİD, bir devlet kurabilir buna karşı değil ama Kürtlerin devlet kurmasına karşı. Bunun içindir ki Türk devleti, Tel Abyad’ta IŞİD yenilgisini kendi yenilgisi olarak algıladı.
Dördüncüsü; bölgede yüz yıl önce yeni sınırların çizimini içeren Sykes Picot düzeninin artık yürümeyecek olmasıdır. Sadece Kürt halkının devletleşme talebi nedeniyle değil daha başka birçok faktörün üst üste gelmesiyle Sykes Picot düzeninin yürümeyeceği açığa çıktı. Sykes Picot artık bölgeyi taşıyamaz, halkların sosyalist hatta demokratik seçeneğinin ise hali hazırda şekillenmemiş olması biz komünistleri, hiç de istemediğimiz seçeneklerle yüz yüze bıraktığını geçerken not edelim.
ABD’nin başını çektiği Batı güç ekseni, emperyal çıkarlarını Sykes Picot’un aşılmasında ararken; Rusya’nın başını çektiği Doğu ekseni ise çıkarlarını mevcut yapılanmanın devamında görmektedir. Doğu ekseni, mevcut olan sistemde kararlılıkla ısrar etse de mevcut olanın yürümeyecek olması Batı emperyalist ekseninin lehine bir faktör olarak işliyor.
Irak ve Suriye’nin coğrafik birliğinin onarılmasının artık neredeyse imkansız olmasıyla paralel Sünnistan, Şiistan ve Kürdistan’ın da yolları ayrılıyor. Acı ama gerçek şu ki Şii Araplar ile Sünni Araplar yollarını ayırıyorlar! Bu gelişmeyle paralel Kürdistan parçalarının somutta da Güney ile Batı parçalarının örtüşen geleceklerinin kendini erken dayatması gerçeği, belki de Türk devletini korkutan en önemli gelişmedir.
Kürt siyaseti, hali hazırda Kürdistan parçalarının örtüşen geleceğine uygun ulusal birliğe uygun davranmasa da, “ya ABD ve Batılı güçler, Kürtleri birleştirirse” korkusu, Türk devletini kaygılandıran esas unsurdur. Bu korkuya, Kürdistan’ın bugün Güney ve Rojava ile sınırlı örtüşen geleceğinin yarın öbür parçalara da davetiye çıkaracak olmasını da ekleyelim. Dahası ve de önemlisi Kürt siyaseti, Ulusal Kongre gibi parçaları kapsayan ulusal birlikten şimdi uzak dursa da Kerkük, Şengal, Kobanê’de cephede yaşanan askeri ittifakların siyasal birliğe yarın davetiye çıkaracak olması gibi muhtemel bir gelişmeyi de ekleyelim bu tehdit algısına.
Beşincisi ve önemlisi; bunların toplamında, küçücük Kobanê üzerindeki savaşın, uzun vadede “Kürdistan mı yoksa Sünnistan mı Akdeniz’e açılacak” meselesiyle ilgili olmasıdır. Elbette IŞİD, Rojava’da egemenlik ararken, hem zengin tarımsal ve enerji kaynakları potansiyeline sahip olmak hem de Türk devletinin kılıcını salladığını da ekleyelim.
Türk rejiminde, “Kürdistan’ı gelecekte Akdeniz’e bağlayacak olan coğrafik bağlantının gerçekleşmesinin arkasında ABD ve Batı emperyalistlerinin siyaset aklının bulunduğu” korkusu; Tel Abyad’ın düşmesi ve Kürtlerin Kobanê ile Afrin bağlantısını kurma arayışı üzerinden daha da artmış bulunuyor.
Son haftalarda Türk Ordusunun Kobanê ile Afrin hattına olağanüstü askeri yığınak yapması bu korkunun ifadesidir. Çünkü Kobanê ile Afrin arası yanı Carablus ve Ezaz, IŞİD veya En Nüsra’nın elindeyken bunda tehdit algılamayan Türk devleti bu iki kentin Kürtleri ile müttefiklerinin eline geçme ihtimalini bile büyük tehdit olarak görüp tankıyla topuyla sınıra yüklenmesi hatta “gerekirse sınırı aşar girerim” beyanları bu korkuyu çıplak tarif eder.
“Kürdistan mı yoksa Sünistan mı Akdeniz’e açılacak” meselesi bugünlerde çok tartışılıyor ancak bu mesele oldukça karmaşık ve çok büyük kanlı savaşlara neden olabilecek potansiyeli barındırır. Öyle ki İran, Türkiye ve ABD ile Rusya’yı da içene doğrudan alabilecek büyük savaşlara neden olabilir. Rusya’nın “nükleer başlıklı kıtalararası balistik füze envanterini genişletme kararına ABD’den şu ana kadar ki en sert tepkinin gelmesi” bunun bir işareti olabilir. Hakeza Basra Körfezi, Kızıldeniz ve Doğu Akdeniz’de savaş gemilerinin cirit atmaları başka bir işaret!
Altıncısı; Türkiye işgale girer mi? Zor da olsa ihtimal dışı değil! Basında “tampon bölge, güvenli bölge, askeri işgal” vb. çok şey söyleniyor. Türk hükümetinin de sıkça tekrarladığı “güvenli bölge” meselesi, Genelkurmay ve MİT müsteşarının da katıldığı son Bakanlar Kurulu toplantısında tekrar dile getirildi ve ön hazırlık olarak askeri birlikler sınıra kaydırılmaya başlandı. Dileriz onca gürlemesine rağmen yağmaz yanı Rojava’ya müdahaleye girişmezler. Girişirlerse ne olur?
Öncelikle, Rojava’nın coğrafik derinliğinin en fazla 70-80 km olduğu dikkate alındığında bu demektir ki Türk devleti boydan boya Rojava’i işgale girişecek. İşgal ise hiç kuşkusuz dört parçada Kürt halkını kendisine karşı birleştirir. Türk devleti, Kürtleri kendine karşı birleştirerek zaten yapay olan sınırları kendi eliyle kaldırmış olur. Suriye rejimi de, “ülkemi işgal ettin” diyerek karşı durur hatta öyle ki Suriye muhalif akımların bir kısmı bile Türk devletine karşı savaşabilir. Kısacası Türk devleti Rojava’ya girer ama çıkması zor.
Sonuç olarak;
*Savaş ve işgal çözüm getirmez. Türk devletini dün Güney’de olduğu gibi bugün de Rojava’da Kürt gerçeğini kabul edip dostluk ilişkisini geliştirmesi herkesin yararınadır yoksa muhtemel bir askeri işgal, bölgesel güçleri aşan bir savaşa yol açabilir.
*Türk devletinin Rojavalı Kürtlerle ilişkisi dostluğa dönüşmezse Kuzey’de de barışçıl demokratik çözüm gelişmez. Türk Devleti, Rojava’ya dönük böylesine düşmanca yönelim içerisindeyken Kuzey Kürdistan’da çözüm süreci ilerleyemez, ilerlemiyor da.
*Bir yandan bağımsızlığa destek aranırken; diğer yandan işgalciler özellikle İran uğursuz şeytani siyasetiyle Güney ve Kuzey başta olmak üzere Kürdistan siyasetinin içini karıştırırken; Kürtlerin ulusal ittifakı gerçekleştirmeleri yaşamsaldır. Tam da böyle bir süreçte Federal Kürdistan bağımsızlığını ilan ederse, “biz sonuna kadar yanlarında oluruz” tutumu geliştirilmeli.
*Türkiye ile İran’ın tüm bu gelişmeler karşısında nasıl bir paralel tepki verecekleri titizlikle izlenmelidir. Dikkat! Şii ile Sünni karşıtlığına rağmen, İran ile Türkiye yakınlaşabilir hatta bağımsız Kürdistan karşıtlığında pratikte de ortaklaşabilirler.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.