TÜRKİYE PARADOKSU
Sezin Öney
29 Ocak 2016 Cuma 01:05
“Bölünme tehdidi” konusunda bu kadar korku ve tehdit algısı üretilmiş olsun da tarihi boyunca bir ülkede ve bölünmeye bu denli kapı açan ayrıştırıcı politikalar izlensin… “Türkiye paradoksu” olarak anılabilecek bir durum bu.
Algılanan güvenlik tehdidine karşı orantısız şiddet içeren askerî tedbirler ve “jingoism”, yani kof ve agresif bir milliyetçiliği körüklemekten öte bir politika üretemeyen bir sivil siyasetin bileşiminin deney sahası oldu Türkiye.
Bu deneyde, var olan iktidar, yani sivil siyaset, kısa vadede ‘güçlenebilir’ –ancak onu güçlendirirmiş gözüken kof ve agresif milliyetçilik, aynı zamanda kurumları aşındıracak ve devleti çökertecektir de.
Bugünkü çatışma tablosu, Türkiye’nin devleti ve kurumlarını, “metal yorgunluğu” gibi bir gün çökertecek bir toplumsal zehir salgılıyor.
Bu yaklaşımlarda bir süre daha devam edilirse, Lübnan Ordusu gibi, aşırı politize kanatlara bölünmüş, hizipleşmiş bir ordu karşımıza çıkar. Toplumdaki siyasi kutuplaşma, güvenlik güçlerini de içine çeken bir girdaba dönüşür.
“Kurdun dişine kan değdi” diye bir slogan kullanıyor bazı güvenlik güçleri ve sosyal medyadaki destekçileri.
Bölgedeki operasyonlardan üç hilali, MHP’nin Ülkücü selamını sembol olarak kullanan güvenlik güçleri de var.
Asker- polis- jandarma arasında ayrımsız bir “gayri nizamilik” ve aşırı milliyetçi bir dip dalga, birileri tarafından körükleniyor belli ki…
Bir de, paramiliter boyut var.
MHP Fatih İlçe Başkanı Yardımcısı İbrahim Küçük, “askerî üniformalar” içinde Türkmen Dağı’nda öldürülüyor ve Yeni Şafak’ın da aralarında bulunduğu medya tarafından “şehit” ilan ediliyor.
“Geçici köy korucuları”, ilk kez tam teşekküllü askerî üniforma ile kent merkezlerinde görev alıyor; üstelik, okullar gibi hassas sivil noktalarda görev alacakları bilgileri ortada dolaşıyor.
Öte yandan, Silopi’de “çocuk seven” ama yüzleri maskeli, tam teçhizat silahlarıyla ürkütücü görünümlü askerlerin görüntüleri, medyaya resmî ellerden servis ediliyor. Bu görüntülerle, “asker sevgisi ve takdiri” aşılanmaya çalışılıyor.
Askerî operasyonların kentler ve ilçe merkezlerinde sürdüğü coğrafyayı tanımayan, insanlarını bilmeyenlerin, bu tarz mizansenlerle askerî harekâtları desteklemesini sağlayabilirsiniz.
Zaten medya, “terörize olmuş” vaziyette. Bugün, “Türkiye gerçeklerine göre, 2×2=5” diye haber yaptırmak için en ufak baskı, pardon “rica” gelse Ankara’dan, tüm manşetler, tüm ekranlar bu “haber” ile dolar taşar.
Ama bu askerî operasyonlar, apartmanda bir şekilde istemediğiniz, huzur bozduğunu düşündüğünüz komşuya karşı nükleer silahla tüm apartmanı havaya uçurmak gibi…
Askerî şiddette aşırılığı “savaş gereği” görenlere soralım; ordu, güvenlik güçleri isterse, tüm gücüyle günler, aylar, yıllarca yüklensin, değil hendek- barikat bölgeyi dümdüz etsin, siyasi bir vizyon, siyasi çözüm olmazsa, sonuç ne olur?
Milattan önce 500 yıllarında yaşayan Çinli general Sun Tzu’ya ait, asırları aşıp bugüne gelen bir söz var; “Her savaş, savaşılmadan önce kazanılır veya kaybedilir”. Bu söz, askerî zafer veya yenilgilerin aslında, siyasette başlayıp bittiğini dile getiriyor.
Bugün de öyle oluyor. Ağustos 2015’ten beri emniyet ve jandarma güçlerinin, Kasım 2015’ten beri de Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bilfiil, tam saha pres, tüm güçleriyle Cizre, Sur ve Silopi’de çatıştığını görüyoruz. Silopi, “temizlendi”; Türkiye geneline hâkim olan askerî jargonla. Oysa, medyada, “terör örgütünün halka çektirdiği eziyet” temalı halkla ilişkiler haberlerinden bile gözlenen şu: bölgeden göç etmek zorunda kalan halkın, mağdur olan sivillerin yaralarını sarmak için sivil siyaset küçük parmağını bile kımıldatmamış.
Ankara’da bakanlıklar, tüm medya içeriklerinin (sosyal medya dâhil), “geleneksel aile değerlerine uygunluğunun”, devlet denetiminden geçirilmesi projeleriyle uğraşırken, Cizreli, Surlu, Silopili “geleneksel ailelere” ne oluyor peki? “Yanlışlıkla” çatışma bölgelerinde doğmuş, orada yaşayan bir aileyseniz, göçemeyip evinizde kaldıysanız, sadece çarşaftan beyaz bayrağın “koruması” altındasınız –devletin değil. Göçtüyseniz de; artık başınıza, işsiz güçsüz, yapayalnız ne gelirse.
İnsani trajedinin boyutunu geçtim, bu göçen insanlar nasıl bir travma, yoksunluğa itiliyor; hadi, hak, hukuk, insanlık deyince muhatap bulunmuyor, bari şunu düşünsün devlet ve yönlendirdiği kitleler: kendi ülkesinde yerinden edilen yüzbinlerin olduğu toplumda güvenlik mi kalır?
Şimdi, yıkılan bölgeler başta olmak üzere, tüm bölgeye yüzbinlerce TOKİ konutu kondurulması gibi projeler üretiliyor.
“Çatışma sonrası yapılanma” (post-conflict reconstruction) gibi özel dönemlerde, devlet ve uluslararası toplumun desteğiyle, geçiş döneminde adaletin (transitional justice), sivil toplumun güçlendirilmesi, ekonominin canlandırılması gibi adımlar atılır. Bu süreçler öyle, “seçilmiş sivil iradeler olduklarının gözardı edilmesi yoluyla belediyelere kayyım atanması”, “mevzuatın bir kenara bırakılarak kaymakamlar gibi merkezî idarenin temsilcilerinin ‘terör unsuru’ olarak gördüklerine diledikleri gibi müdahale hakkı”, “hükümet yakını sayılanlara ihaleler, maddi destek yoluyla bir savaş ekonomisi yaratılmasının” tedbir olarak benimsendiği süreçler değildir.
Türkiye paradoksu, “metal yorgunluğunu” yaratıyor.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.