TÜRKİYE; KÜRT KARŞITLIĞINDAN EMPERYAL MACERALARA GİDEN YOL (3)
Bayram Bozyel
30 Eylül 2020 Çarşamba 12:16
Türkiye bugün Irak’tan Libya’ya, Akdeniz’den Kafkaslara kadar geniş bir coğrafyada yayılmacı ve saldırgan bir dış siyaset izliyor. Elbette bir günde bu noktaya gelinmedi. Türkiye’nin mevcut dış siyasetinin dayandığı üç faktörden söz edilebilir. Birincisi, Osmanlıdan geriye kalan yayılmacı kültürel miras; ikincisi Türkiye’nin yüz yıllık geçmişe uzanan Kürt karşıtı savaş üzerinden oluşturduğu dev askeri güç, üçüncüsü ise günümüzün çok kutuplu güç denkleminin oluşturduğu boşluk ve fırsatlar.
Konunun detaylarına girmeden kuruluştan günümüze Türk dış politikasını gözden geçirmekte fayda var.
Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması Türkiye’yi yönetenlerde derin bir travmaya yol açtı. Bu arada Musul ve Kerkük’ü günün birinde “ana vatana” katma hayali, devletin zihin dünyasını beslemeye devam ediyordu. Hatay’ın ele geçirilmesi gibi fırsatlar hep kollandı ve uygun koşullar oluştuğunda bunlar anında değerlendirildi.
Buna karşın 20. Yüzyılın ikinci yarısına kadar Türkiye’yi yönetenler eldekini korumaya odaklanarak yayılmacı emellerini ötelemeyi tercih ettiler. Soğuk savaş döneminin donmuş ve katı iki kutuplu dünyası, Kıbrıs işgali dışında, Türkiye’nin dışarıda herhangi bir maceraya girişmesine imkân vermedi.
Soğuk savaş son bulduğunda Türkiye gibi ülkelerin eli bir ölçüde serbest kaldı. Sovyetlerin dağılmasıyla büyük bir kaos ve dağılmanın yaşandığı Kafkaslar ve Orta Asya Türkiye’yi cezbetmeye başladı. Türkiye, bölgedeki Türki cumhuriyetlerle yoğun ilişkiler geliştirdi. 1990’larda “Adriyatik’ten Çin Denizine kadar Türk dünyası” söylemi Türk dış siyasetinde hızla ön plana çıkıyordu.
AKP iktidarındaki kırılma
2000’li yıllarda Türk dış politikasında önemli bir dönüşüm yaşandı.
Bir yanda AKP iktidarının, özellikle de Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığı döneminde belirginleşen Yeni Osmanlıcı dış politikası, öte yandan ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’ye biçtiği Ilımlı İslam rol modeli… Bu her iki politik yaklaşım büyük ölçüde örtüşüyordu. Türkiye, Müslüman bir toplumun demokrasi ile yönetilebileceğini gösteren bir ülke olarak Batı nezdinde prim yapıyor görünüyordu.
Söz konusu dönemde Türkiye’nin bölgesel liderlik iddiaları tavan yapmış, Başbakan Tayyip Erdoğan şahsında Türkiye Sünni İslam dünyasının ağabeyliğine soyunmuştu.
2009 yılında yapılan Davos Ekonomik Zirvesi’nde İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez’e “Wan Minute” çeken Erdoğan’ın karizması bir anda zirve yaptı. Bur durum, Erdoğan’ı başta Gazze olmak üzere bir kısım Arap sokağında bir süre için kurtarıcı figüre dönüştürdü. Ertesi yıl Mavi Marmara Gemisi nedeniyle İsrail ile yaşadığı restleşme, Türkiye’nin Sünni dünyasındaki liderlik iddiasını biraz daha pekiştirdi.
2011 yılında başlayan Arap Baharı, Türkiye’ye bölgesel liderlik iddialarını hayata geçirmek için bulunmaz bir fırsat kapısı açmış göründü. Dahası Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşlerin elde ettiği seçim başarısı Davutoğlu-Erdoğan iktidarında bir özgüven patlamasına yol açtı.
Türkiye aynı süreçte Suriye iç savaşına müdahil oluyor ve bunu ABD ile Özgür Suriye Ordusu’nu eğit- donat programı eşliğinde hayata geçiriyordu.
Bu dönemde beklenmeyen bir gelişme oldu.
2013 yılında Mısır’da Muhammed Mursi’nin bir askeri darbeyle devrilmesi, hem ABD’nin Ilımlı İslam politikasını terk etmesine, hem de Suriye’de rejim değişikliği hedefinden vazgeçmesine yol açtı. Türkiye ise bildik siyasetine gözü kararmış bir şekilde devam ediyordu.
Bu gelişmeler dizisi Türkiye ile ABD ilişkilerinde önemli bir çatlak oluştursa da Türkiye’nin hırslı dış siyasetinde bir değişikliğe yol açmadı.
İçerde sömürgeci dışarıda saldırgan
Türkiye’nin mevcut dış politikasındaki önemli faktörlerden biri de Kürdistan siyasetidir.
Türkiye yüzyıldan bu yana Kuzey Kürdistan’da sömürgeci bir siyaset izliyor. Bir milyonu aşan Türk ordusunun önemli bir bölümü Kürdistan’a konuşlandırılmıştır. Amaç Kürt halkının özgürlük mücadelesini şiddetle bastırmaktır. Son 40 yılda devlet, Kürdistan’ı Türk ordusunun askeri kapasitesini geliştirmek için bir tatbikat alanına dönüştürdü. Örneğin, Türk Hava Kuvvetleri, Kıbrıs Harekâtı dışında bugüne dek sadece Kürdistan’da kullanılmıştır.
Kürdistan’a dönük sömürgeci siyaset Türkiye’yi kaçınılmaz bir biçimde dev bir askeri güce dönüştürdü. Militarist zihniyet eşzamanlı Türk siyasetine hâkim oldu. Siyasal sistem baştan aşağı Kürt karşıtı bir temelde şekillendi. Toplum ırkçı ve şoven duygularla zehirlendi ve militarist sistemin yedek gücüne dönüştürüldü. Sonuçta devlet bütün mekanizmalarıyla koca bir savaş aygıtı olup çıktı.
Konumuz bakımından kritik nokta şu ki, Kürt meselesini bastırmak için bunca palazlanan bir askeri güç gün gelir sınırların içine sığmaz. Bu gücün dışarıya taşması/harekete geçmesi kaçınılmaz olur/du. Günümüzde Türkiye’nin dış politikasının bunca militarizasyonu, her alanda askeri gücün devreye sokulması ve yayılmacı ihtirasların tavan yapmasının temel nedeni budur.
Suriye, yayılmacı siyasetin laboratuvarı
Suriye, Türkiye’nin yayılmacı dış politikası bakımından bir laboratuvar işlevi gördü.
Hatırlanacağı gibi Türkiye ilk yıllarda ABD ile iş birliği içinde Suriye’de rejimi devirmeye odaklandı. ABD’nin rejim değişikliği hedefinden vazgeçmesi, ardından da 2014 yılında Kürtlerin İŞİD’e karşı verdiği mücadelede yıldızının parlaması, Türkiye’nin Suriye politikasında önemli bir eksen değişimine yol açtı. Türkiye’nin Suriye’de rejim değişikliği hedefi, yerini Kürtlerin önünü kesme politikasına bıraktı. Türkiye bu amaçla Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgede üç büyük askeri operasyon gerçekleştirdi. Söz konusu askeri hareketler sonucunda Kürt coğrafyasının dörtte üçü işgal edildi. BM Uluslararası Bağımsız Araştırma Komisyonu raporuna göre Türkiye desteğindeki SMO gruplarının Efrin, Serêkani ve kontrol ettikleri diğer bölgelerde sivillerin mal ve mülklerine zorla el koyduğu, yağmaladığı ve pazarda sattığı belirtilmektedir. Ayrıca siviller zorla yerinden edilmiş, gözaltına alınmış, işkence ve tecavüze maruz kalmıştır. Yerlerinden, yurtlarından sürülen Kürtlerin yerlerine Araplar ve başka gruplar yerleştirilmiş, böylece Kürt bölgesinin nüfus yapısı önemli oranda değiştirilmiştir.
Türkiye’nin söz konusu askeri müdahalelerle Kürt hareketine büyük bir darbe vurduğu açık.
Öte yandan Kürt Bölgesi’ndeki işgalin Türkiye bakımından başka sonuçları oldu. Türkiye bu süreçte askeri teknolojisini deneme imkânı buldu, İHA ve SİHA gibi ürettiği teçhizatın etkinliğini test etti, hendek olaylarında Kürt şehirlerinde uyguladığı yöntemleri Rojava’da hayata geçirdi. Türkiye, geçen süre içinde paralı milis ve cihatçılardan oluşan yüz bini aşan bir ordu kurdu ve onları çok yönlü amaçları için kullanıyor. Kâh Kürtlere karşı kirli ve gayri insani işlerde onlardan faydalanıyor, kâh rejim karşı savaşta mayın temizleyici gibi öne sürüyor, son olarak da Libya gibi uzak bölgelerde bu milisleri devreye sokuyor.
Öte yandan Türkiye Suriye’de Kürtlere karşı gerçekleştirdiği her üç operasyonu da Rusya ya da ABD’den birinin onayı dahilinde hayata geçirdi. Başka bir ifade ile Suriye’de Rusya ile ABD’yi birbirine karşı ustaca kullandı. Kimi zaman da ABD ve Rusya Kürtleri yanlarına çekmek ya da cezalandırmak amacıyla Türkiye’nin müdahalelerine göz yumdu. Rusya, hala Türkiye ile ABD arasındaki çatlağı derinleştirmek amacıyla Türkiye’nin sırtını sıvazlıyor, onun kaprislerini alttan alıyor. Benzer şekilde ABD, Türkiye’yi tümüyle kaybetmemek adına onun askeri girişimlerine ve hukuk dışı uygulamalarına göz yummaya devam ediyor.
Türkiye benzer şekilde Avrupa’ya dayatmalarda bulunuyor, bunun için bölgesel konumunu ve sıklıkla da göçmen şantajını kullanıyor. Böylece Suriye meselesiyle ilgi Cenevre ve Soçi gibi platformlarda ağırlığını hissettirerek Kürtlerin bu sürçlerden dışlanmasına yol açıyor.
Sonuç olarak Türkiye, küresel denklemdeki istikrarsızlık ve boşluklardan, özel olarak ABD ile Rusya rekabetinden faydalanarak, Kuzeyde geliştirdiği askeri güç ve birikimini Suriye Kürt Bölgesine taşıdı. Burada elde ettiği askeri ve siyasi kazanımlar onun “güçlü devlet” egosunu şişirdi, yayılmacı emeller yönünde cesaretini artırdı.
Böylesi bir militarist gücün son tahlilde başka coğrafya ve bölgelere göz dikmesi kaçınılmazdı. Türkiye’nin son dönemde Libya ve Akdeniz’deki adımları sürecin tam da böyle işlediğini gösteriyor.
Münih Antlaşması’ndan günümüze
Uluslararası güçlerin Türkiye’nin Suriye’deki saldırgan politikasına karşı takındıkları tavizkar tutum, İkinci Dünya Savaşı öncesinde İngiltere ile Fransa’nın Nazi Almayasına karşı izledikleri politikayla büyük bir benzerlik gösteriyor.
1933 yılında iktidara gelen Naziler Almanya ordusunu hızla güçlendirdi ve başka ülkeleri işgal planları yapmaya başladılar. Almanya bu kapsamda ilkin Çekoslovakya’nın Alman kökenlilerin yaşadığı Südet bölgesiyle ilgili hak iddiasında bulundu. Birinci Dünya Savaşı’ndan yorgun ve güç kaybetmiş bir şekilde çıkan İngiltere ve Fransa ise yeni bir Avrupa savaşını istemiyordu. Bu amaçla 29 Eylül 1938 tarihinde Almanya’yla yaptıkları Münih Antlaşması ile Hitler’in bu talebine boyun eğdiler. Yatıştırma Politikası adı verilen bu yaklaşımın amacı Almanya’yı daha büyük taleplerden vazgeçirmekti. Bu arada Fransa ve İngiltere’nin Hitler Almanya’sını Sovyetlere karşı bir denge unsuru olarak kullanmak istedikleri açıktı. Bu durumdan endişelenen Stalin ise 1939 da Hitler Almanya’sı ile başka bir antlaşma yapma yoluna gidecekti.
Hitler ise Batı’nın bu zaafını iyi kullandı, Çekoslovakya’nın sadece Südet bölgesini değil ülkenin tümünü işgal etti. Almanya Polonya’yı işgale kalktığında ise iş işten geçmiş ve savaşın ateşi bütün dünyayı içine almıştı.
Türkiye’yi Suriye’de sınırlandırmayan uluslararası güçlerin, onun önünü Libya’da, Akdeniz’de veya Ege’de kesmek zorunda kalmaları tarihin trajik bir tekerrürü olsa gerekir.
Devam edecek
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.