TÜRK VE KÜRT HALKLARININ KARDEŞLİĞİ ADINA...
Hilal Kaplan
27 Haziran 2011 Pazartesi 11:25
Yıl 1991. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yemin töreni yapılmaktadır.
Sıra Leyla Zana'ya gelir. Ayağa kalkar ve kürsüye doğru yürümeye başlar. Tek tük alkış sesi dışında mecliste çıt çıkmaz.
Diyarbekir'de köylü bir kadının "Bunu mecliste tak" ricasıyla verdiği sarı-kırmızı-yeşil renklerdeki saç bandı, baştan ayağa siyahlara büründüğü tayyörlü kıyafetinde öne çıkan tek unsurdur.
Kürsüye çıktığında, meclisteki diğer vekiller, halkın seçtiği orta yaşlı adamlar ve kadınlar, ilkokul çocukları gibi meclis sıralarına vurup, bağırıp çağırarak Zana'yı protesto etmeye başlarlar. Merve Kavakçı'yı meclisten "Dı-şa-rı –Dı-şa-rı!"sloganlarıyla atan "aydınlık" vekillerden zerre farkları yoktur. Zana, aldırmadan gayet yüksek ve sert bir ses tonuyla o devletçi yemini eder. Sözünü Kürtçe "Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum" diyerek noktalar. Meclis karışır.
O günün sonrasında neler olduğunu hepimiz biliyoruz. Bir süre sonra, meclis kararıyla Zana ve arkadaşlarının milletvekili dokunulmazlığı kaldırılır. Polis, milletin vekillerini meclise girip göz altına alır. Başlarından ittirerek arabalara bindirir ve götürür. Zana ve arkadaşları 10 yıl kadar hapis yatarlar.
Ve bugün.
Kamuoyunun büyük çoğunluğu, başta iktidar partisi olmak üzere meclisteki tüm partiler, gazeteci-yazarlar BDP'yi yarınki yemin törenine katılmaya, meclise çağırıyorlar. Onlarsa "Gelmeyiz, şartlarımız kabul edilmezse meclisi de tanımayız" diyorlar.
Bir zamanlar meclis onları tanımamak ve gözden ırak tutup yoklarmış gibi davranmak için elinden geleni yapmışken, bugün onlar tam tersi bir uygulamayı meclise ve onun temsil ettiği Türkiye halkına reva görebiliyorlar. Öfkeliler, haksızlığa uğramış hissediyorlar. Büyük ölçüde haklılar da... Ancak öfkeden barışın hasıl olduğu nerede görülmüş? 1991 yılıyla günümüz arasında dağlar kadar fark yokmuş gibi siyaset yapmanın, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğine getireceği herhangi bir hayır var mı?
Mevcut kanunlar var olmaya devam ettiği sürece daha nice Hatip Dicle'ler haksızlığa uğrayacak. Ancak BDP'nin yapıcı muhalefeti bu maddelerin el birliğiyle bertaraf edilmesine hizmet edebilir. Bölgenin sadece %33'ünün oyunu almış bir partinin üyeleri sanki tüm bölge kendi egemenlik alanlarıymış gibi söyleyip eyleyecekse, "gelmeyiz, tanımayız" tarzı tehditkâr bir üslupla tüm toplumu rencide eden söylemler içine girecekse; egemenlik gücünün daha fazlasını elinde bulunduranları da aynısını yapmaya kışkırtmış olmayacaklar mı? Üstelik toplumsal psikolojiyi de bunu gerçekleştirme yönünde savaşkan bir haleti ruhiyeye yöneltmiş olmayacaklar mı?
Yazdıklarım, BDP'li vekillerin sıklıkla söylediği gibi "tehdit değil, tesbit" olarak algılansın lütfen. Zaten böyle bir şey yapmaya ne gücüm ne de isteğim var. Başından beri Dicle'nin vekilliği dahil tüm seçilmişlerin hakkının demokratik yollarla verilmesini savunduğum ortada. Ancak bu krizin baş sorumlusunun da YSK olduğunu gözden kaçırmamak gerek. Bu noktada cezayı meclise kesmek ve BDP'ye oy veren herkesin iradesini meclise gelmeyerek temsil edeceğini söylemek ne kadar hakkaniyetli?
CHP ve MHP'nin çözümü, Cumhurbaşkanı Gül'ün işaret ettiği gibi mecliste arayacağı kesinleşti. Başbakan Erdoğan'ın da çözüm yolunda adımlar atmaya çalıştığı doğruysa ve özellikle çoktan olması gerektiği gibi BDP ile bu yönde temaslar kurulduysa, meclisi boykot etmek barışın partisi olduğunu iddia eden bir partinin vekillerine yakışmayacak.
Keşke Salı günü BDP'liler meclise gelse, Leyla Zana yine kürsüye çıksa ve o gereksiz metni okuduktan sonra, tam 20 yıl önce olduğu gibi, sözlerini "Ez vê sondê li ser navê biratiya gelê Kurd û Tirk dixwim" diyerek noktalasa...
Yeni Şafak
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.