23 Kasım 2024
  • İstanbul17°C
  • Diyarbakır10°C
  • Ankara11°C
  • İzmir19°C
  • Berlin2°C

TOPLUM VE ‘ATA’SI

Murat Belge

18 Kasım 2011 Cuma 00:31

Hayden White önemli bir tarih teorisyeni ve aynı zamanda bir edebiyat tarihçisi ve eleştirmendir. En önemli kitabının Metahistory (1973) olduğu söylenebilir.

Geçenlerde bir yazısını okuyordum. Kendilerine yeni bir kimlik seçmek zorunda kalmış toplumlardan söz ediyordu. Bu yeni zamanlarda çok sayıda toplumun başına gelmiş bir durum. White, bu durumda toplumun kendine bir “ata” seçmesinin gerekeceğini söylemiş (“ancestor”).

Bağlantı hemen kuruluyor tabii. “Türkiye Cumhuriyeti” kurulmuş. Eski “Osmanlı” kimliğini yaşatmanın imkânı kalmamış. Yani, yeni bir kimlik, dolayısıyla yeni bir “ata” gerek. Türkiye’nin bu seçmeyi yapmanın eşiğine geldiği anda, Mustafa Kemal de çıkaracağı yasa arifesinde kendine bir soyadı seçmek durumunda. Beğenip seçtiği (daha doğrusu “ürettiği”) soyadı, Hayden White’ın anlattığı durumun özeti gibi: Atatürk. Yani “Ey millet, senin atan ‘Türk’tür” diyor. Bu aynı zamanda “senin atan benim” anlamına geliyor.

On dokuzuncu yüzyılın başından beri bu kimlik kargaşasını yaşıyoruz. Bizim “ata”mız kim olabilir, kim olmalı?

Bireysel hayatta, yetişkin biri veya bir çift, evlât edinecek bir çocuk arayabilir. İş “toplum” düzeyine gelince, arayan, o çocuğun muadili olan toplumdur. Aranan da “baba”.

Hayden White, arada hiçbir akrabalık ilişkisinin bulunmadığı durumlarda dahi bunun mümkün olduğunu söylüyor. Zaten birçok durumda “baba edinilen” topluluk tarihten çekilmiş durumda olduğu için itiraz etmesine de imkân yok. Eğer kimlik değiştiren toplum bilerek ve isteyerek kendine bir “ata” seçmişse, önemli bir engelle karşılaşmadan yeni babasını nüfusuna kaydedebiliyor.

Ama burada “isteyerek” kelimesi önemli. Kimin istediği de önemli. İsteyen toplum mu, yoksa onun adına isteme hakkını kendinde gören bir “önder” mi?

Bu bakımlardan bizim durum hep karışık oldu. Örneğin Tanzimat’ın egemen ideolojisinin “Pan-Otomanizm” olduğunu kabul ederiz. Öyleyse bu da bir “baba seçimi”dir; “bizim babamız Osman” anlamına gelir. Ama bu “ata” kimseyi mutlu etmemiştir. Gayrımüslimler, “Osman da nereden çıktı? O benim babam olamaz. Benim babam Yorgo, Dikran, Yordan...” demişlerdi o zaman. Müslümanlar ise bu kimlikte “gâvur”larla eşit sayılacakları için öfkelenmişlerdi. Velhasıl, “baba” tutmadı, tez vakitte unutuldu.

“Ata”mızın bize biçtiği yeni kıyafet de bize danışılarak seçilmiş bir kıyafet değildi. Bize danışılmadığı gibi, kendi içinde de pek uyumlu bir kılık sayılmazdı. Bu “Türk” vurgusuyla bir yandan Göktürk’lerin, Hun’ların vb. çocukları oluyorduk, bir yandan da Sümer, Eti falan filan derken, Etrüsk’leşip Roma’yı koruyorduk, Helen medeniyetinden, pardon “uygarlığından” da biz sorumlu oluyorduk. “Baba” mı, “oğul” mu olduğumuz bile epey karışmıştı. Çünkü hele “medeniyet”i “uygarlık” haline getirdikten sonra (kentte yaşayan ve yazı yazan Uygurlar’dan ötürü böyle olsa gerek), dünyada her türlü medeniyetin babası biz olmuştuk.

Toplum bu “ata”yı aldı kabul etti mi? Bu konuda topluma “temyiz yolu açık değil”di. “Ata”mız atamızın kim olacağına karar vermişti.

Bu konuların o günden bugüne durulduğunu söyleyebilir miyiz..? Söyleyemeyiz. Kimlik sorunlarını il eşeleyenlerden biri olan Ziya Gökalp üçlü bir formülle karşımıza çıkmıştı: Türk, Müslüman, Batılı. O bunları “hem” kelimesiyle yan yana getiriyordu. Ama ondan sonra bu daha çok “ya Türk ya Müslüman ya da Batılı” şeklini aldı. Kimliğin üç ögesi birbiriyle kavga etmeye başladı.

Ankara’nın simgesi nedir, ne olmalıdır? Geyik mi? “Minare” türü dinî referansı olan bir şey mi?

Çekişme hâlâ sürüyor.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.