TEK BİR GÜN
Ahmet Altan-
17 Ekim 2012 Çarşamba 08:20
Bizim tarihimizde, İkinci Meşrutiyet’in yöneticilerinin ortadan kaybolduğu kısa dönemini saymazsak, demokrasi ile yönetildiğimiz tek bir gün bile yoktur.
İnsan haklarının, fikir özgürlüğünün, eşitliğin, evrensel hukuk ölçülerinin yaşandığı bir gün de yoktur.
Eğer dünyada başka ülkeler, başka toplumlar olmasaydı, dünya sadece bizim ülkeden ibaret olsaydı biz bu kavramları hiç bilmeyecektik.
Bizde, başında bir adamın ya da bir grubun bulunduğu bir “devlet” vardır.
O devlet, “kullarına” ne yapacaklarını söyler.
“Kulun” hakkının ne olduğuna “devlet” karar verir, “senin hakkın bu” der, “daha fazlasını isteyemezsin”, istersen devlet seni ya öldürür, ya hapse atar, ya aç bırakır.
Osmanlı’dan “devlet ve kul” anlayışını olduğu gibi devralan Cumhuriyet’te de durum değişmemiştir.
Bugün de bir değişiklik yok.
“Başörtülü kadın” bu devlete göre ülkenin yönetiminde söz sahibi olamaz, diğer vatandaşlarla eşit değildir.
Kürtler anadillerinde eğitim yapamaz.
Alevilerin “ibadethaneleri” olduğu kabul edilmez.
Gayrımüslimler devlet kademelerinde yer alıp yükselemez.
Kimse fikirlerini özgürce söyleyemez.
Bizim geçmişimiz, hâlimiz, geleneğimiz bu.
Yüz yıllarca baskı altında yaşayan bu toplum ne yazık ki bu değerleri yaratamadı, kendi bağrından çıkaramadı.
Bizim bu değerleri niye yaratamadığımıza dair çok araştırmalar yapıldı, insanlığın bir kısmı insanı “değerli” kılan kıstaslar geliştirirken, bizim gibi toplumlar neden “devleti kutsayıp, insanı değersizleştirdi” sorusunu sorup cevabını arayan çok oldu.
Avrupa’da krallarla rekabet edebilecek feodal beylerin, prenslerin bulunmasının, oralarda “mutlak iktidarı” kırıp, taa 1200’lerde demokrasinin yolunu açtığını söyleyenler oldu.
Sanayi Devrimi’nin insanın değerini arttırdığını ileri sürenler oldu.
Rönesans’ın Reform’un önemini vurgulayanlar oldu.
Herhalde birçok neden biraraya geldi ve böyle büyük bir toplumsal fark ortaya çıktı.
Biz demokrasiye ulaşamadık, demokrasiyi yaratamadık ama birçok vahşetten geçmiş, insanları öldürmüş, ülkeleri yağmalamış, kendini din ve mezhep savaşlarıyla parçalamış, dünya savaşlarına merkez olmuş Avrupa bütün bu badireleri atlattıktan sonra “sistemli ve kurumsal” bir demokrasiye ulaştı.
Ulaşmakla kalmadı bunu ölçülere bağlayıp kâğıda geçirdi.
Her fikrin özgürce söylendiği, her inancın özgürce yaşandığı, her hakkın talep edildiği ve karşılandığı, her azınlığın güvenceye alındığı, herkesin gününden ve geleceğinden emin olduğu bir yapı kurdular.
Ve dediler ki, “demokrasi ve insan haklarını kabul edenler bize katılabilir”.
Bu, bizim gibi ülkelerde yaşayan insanlar için büyük bir şanstı, Magna Carta’yı, Rönesans’ı, Sanayi Devrimi’ni atlamış bir toplum olarak, oralardan geçmiş toplumların ve insanların haklarına sahip olabilecektik.
Tarihin, bir topluma verebileceği en büyük armağanlardan biriydi bu.
“Biz de aday olalım” dedik.
Adaylık serüvenimizde iki isim tarihî rol oynadı, biri Turgut Özal’dı, diğeri Tayyip Erdoğan, nedenleri belki birbirinden farklıydı ama ikisi de Türkiye’nin yolunu açmakta büyük bir istek ve direnç gösterdiler.
“Devletin efendileriyle” çok dövüşmek zorunda kaldılar.
Biz Avrupa Birliği’nin kapısına kadar geldik.
Avrupa’nın içindeki Avrupa’nın değerlerini tam olarak içselleştirememiş bazı grupların itirazına rağmen ayağımızı eşiğe koyduk.
Demokrasi, hukuk ve insan hakları konularında hamleler yaptık, yasalar çıkardık.
Ve, durduk.
Sonra da yeniden “devlet-kul” anlayışına döndük, kendi insanımızı “kul” olarak gören devletin “yeni sahipleri”, bu toplumda yaşayan insanlara “hangi hakların verilip hangisinin verilmeyeceğini devletin belirleyeceği” inancını aynı “ataları” gibi benimsediler.
Şimdi Avrupa Birliği, Türkiye’deki özgürlüğe, eşitliğe, insan haklarına aykırı uygulamaları sert bir şekilde eleştiriyor.
Buna cevap olarak da iktidar mensupları bu raporu “çöpe” atıyor.
Çöpe attıkları, bu ülkede yaşayan insanların hakları, özgürlükleri.
O raporu çöpe atanlar, bu ülkede yaşayan insanları özgürlüğe, eşitliğe, adalete layık bulmuyorlar.
Onlara göre bu ülkede yaşayanlar, Avrupa’da yaşayan insanların sahip oldukları haklara sahip olamazlar.
Avrupa Birliği’ne üye olup olmamak başka bir mesele, önemli olan bu ülkede yaşayan insanların Avrupa’da yaşayanların haklarına sahip olmaları, onlar kadar “insan” kabul edilmeleri, devlet tarafından ezilmemeleri.
Türkiye’nin, Avrupa ülkelerindeki standarda ulaşması.
Türkiye o standarda ulaştı mı, insanları bütün haklara sahip mi?
Hayır.
“İnsanlarına haklarını ver” diyen raporu niye çöpe atıyorlar peki?
Çünkü ahalinin “kul” olmasını, kul kalmasını istiyorlar.
“Devlet” ve yeni sahipleri laflarını söylediler, kul kalmamızı istiyorlar.
Sıra bizim lafımızda.
Biz kul kalmak istiyor muyuz?
Türkiye’nin de, bizim de geleceğimizi bu sorunun cevabı belirleyecek işte.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.