TANRI, VATAN, AİLE
Hidayet Şefkatli Tuksal
20 Eylül 2012 Perşembe 07:16
Kutsallıkla ilişkilendirilmiş üç güzel sözcük... Ancak, harflerinden kan damlayan üç güzel sözcük bunlar... Bundan tam 30 yıl önce 16-18 Eylül 1982’de, İsrail’in teşviki ve yardımı ile Lübnanlı Falanjistlerin Sabra ve Şatilla mülteci kamplarında gerçekleştirdikleri vahşetten sonra, sağlam kalan birkaç duvar üzerine yazdıkları sloganlardan biri aynı zamanda “Tanrı, vatan, aile”... Sabra ve Şatilla vahşeti, planlanırken, işlenirken ve sonrasında soruşturulurken, uluslararası siyasetin insanlık vicdanının çok gerisinden geldiği, hukuk oyunlarıyla o vicdanın sesinin kısılmaya çalışıldığı bir süreci anlatır bize, başka pek çok vahşette olduğu gibi... İnsan olmaktan utandığımız, yüreklerimizden Yaratıcıya sitemler gönderdiğimiz, var olmamızın hikmetini ve bedelini bir kez daha sorguladığımız acı hatıralar bunlar, başka pek çok acı hatıra gibi... Çünkü sadece Sabra ve Şatilla değil ki, ne cinayetler işlendi bu üç sözcük bayraklaştırılarak, ne acılar çekildi... Ne kırımlar, kıyımlar, sürgünler yaşandı şu yaşlı gezegende... Hiçbir ırk, hiçbir din mensubu, benim ellerim temiz diyemez, benim tarihim pirüpak diye böbürlenemez... Bir kısmımız, acıyla körleşmeyi ve nefretle acılaşmayı, katılaşmayı ve vahşileşmeyi seçeriz kendimize bu hatıralarla başa çıkma yolu olarak... Bu yolun kaçınılmaz sonucu ise, düşmana, kötüye, katile benzemektir. Kanı kanla, düşmanlığı düşmanlıkla, acıyı acıyla çoğaltmak ve dünyayı cehenneme çevirmektir aynı zamanda... Biz, insanlık ailesi, birbirimizi yakar, boğazlar, parçalarız... Kimi zaman ellerimizle, kimi zaman bombalarımızla...
“Hani, Rabbin meleklere, ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Onlar, ‘Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz’ demişler; Allah da, ‘Ben sizin bilmediğinizi bilirim’ demişti.” (Bakara Suresi, 30)
Evet, insan türü olarak sonumuzu getirene değin, yeryüzünün dengesini, düzenini bozmaya; kanlar akıtmaya devam edeceğiz anlaşılan. Allah meleklerin bilmediğini bilse de insan hakkında, biz onun bu sözle neyi kast ettiğini tam olarak bilemiyoruz. Akıl terazisinin tartmakta aciz kaldığı bir serüveni yaşıyoruz yeryüzünde. Vaktin bir ânında bedenlenip göründüğümüz ve yine vaktin bir ânında bedenimizi bırakıp sahneden indiğimiz bir serüven... Film gibi, rüya gibi bir şey işte... Kısacık, üç nefeslik bir ömür... Habil ya da Kabil olma seçenekleriyle karşı karşıya kalıyoruz ister istemez... Öfke, kin, kıskançlık ve nefret, Kabil’e dönüşmenin mazeretleri oluyor çoğu zaman... Oysa Kabil bile yaptığından pişman olmuştu, bunu unutuyoruz. Allah’ı unutuyoruz, kendimizi unutuyoruz, sahneyi, oyunu unutuyoruz... Bize daima kötülüğü fısıldayan, “ben”imizi ilahlaştırmamızı öğütleyen şeytana açık tarafımızı unutuyoruz... Cimriliğimize, korkaklığımıza, tutkularımıza, hırs ve tamahımıza kilitleniyoruz... Rahmani sezgilere açık kapılarımızı birer birer kapatıyoruz... Hâlden hâle geçerken, içimizdeki vicdan pusulasını etkisiz hâle getirebilmek için türlü mazeretler, söylemler, kurgular ve inkârlar üretiyoruz... Yetmiyor, etrafımızı kendimiz gibilerden oluşturuyoruz ki, vicdanımıza erişebilecek tek bir sinyal gelmesin çevremizden! Günahlarımızla, duyarsızlığımızla zırhlanıyor; insanlığın en kötü formlarını layık görüyoruz kendimize... Esfel-i sâfiline yuvarlanıyor, orada debeleniyoruz...
Çok kötümser bir yazı oldu, farkındayım. Ama bu topraklarda da tanrı, vatan ve aile adına her gün onlarca insan ölüyor. Evlat acısını henüz tatmış bir babanın, “durdurun bu ölümleri!” feryadına Başbakan, “Ben elimden geleni yaptım ama karşılık bulmadı!” sözleriyle cevap veriyor. Ancak Başbakan da biliyor ki, bu yol yol değil. Bu topraklardaki bütün ölümler öyle veya böyle PKK’nın elini güçlendirirken, her Kürt gencinin ölümü PKK’yı Kürtler nezdinde biraz daha haklılaştırırken, her ölüm iki halkı biraz daha bölüp ayırırken, öldürmekten medet ummanın bir rasyonalitesi yok. Bu çatışmada iki taraf da, etik olmaktan ziyade pragmatik tutumlar almakta, hem barış yanlısı görünüp hem savaşçı mesajlar vermekte bir beis görmüyorlar. Şiddet kartını masada bir koz olarak tutmak işlerine geliyor. Ancak iki gücün horoz dövüşünde, olan “gençlerimize” ve “birlikte yaşama idealimize” oluyor. Bu yüzden ben siyasetçilerden çok, sivil toplum örgütleri ve bizzat Kürt ve Türk halkına iş düştüğünü düşünüyorum. Barış için, şiddetsizlik için hem hükümeti hem Kürt siyasetini yeniden cesaretlendirmek gerekiyor.
Sırrı Sakık oğlunu kaybetti, gerçekten büyük bir acı, başı sağ olsun! Böyle bir büyük acı vesilesiyle de olsa, Başbakan’ın onu araması ve şiddetin bitmesi üzerine konuşmuş olmaları, siyaset açısından bir şans. Hiç olmazsa Sedar yattığı yerde huzurla tebessüm edebilsin diye, bu imkânı heba etmemek lazım.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.