22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır7°C
  • Ankara12°C
  • İzmir15°C
  • Berlin2°C

TAHRİFATÇILIĞIN BİR DİĞER VERSİYONU: ‘SAHTE BELGECİLİK’

Abdullah Can

25 Nisan 2014 Cuma 12:36

Son günlerin en popüler ve biraz da magazinel mevzusu, Risale-i Nur Külliyatı’nın kimler tarafından basılabileceği ve “Bandrol” yetkisinin kimlerde olacağıyla ilgili söylentilerdir. Bu noktada, henüz kesinlik kazanmış bir mahkeme kararı olmamakla birlikte, basına aksedenlere bakılırsa, hayra alamet bir durumdan bahsedilemez. Zira ortada ciddi bir “tekelcilik” ve “inhisarcılık” teşebbüsü vardır. Bu noktada “hakem” rolünü oynaması gereken devletin, bir kurum üzerinden “tarafsız”lığını ihlâl edecek bir temayül içine girmesi, -durduk yerde- yeni bir tartışmaya teşne tutuluyor intibaını vermektedir.

Evet, son zamanlarda birilerin, özellikle de birisinin Risale-i Nur’un hamiliğine, yok yok, sahipliğine soyunduğunu müşahede ediyoruz. Nevzuhur bazı belgelerle(!) ortaya atılıp Üstad’ın sadece kendisine ve bir refikine neşriyat hak ve imtiyazını tanıdığını, bundan böyle sadece kendisi ve Ahmet Aytimur’un bu işe vaziyet edeceğini, zinhar, kendilerinden icazet almayan hiç bir neşriyatın Nurları basmayacağını üzerine basa basa haykırması tam da akıllara ziyan. Tabii, bu cesaretini de devlet hazeratından alıyor; özellikle bir bakanlığın verdiği yasal ve moral destekle, her engeli aşacağını ve her rakibi alt edeceğini zannediyor. Zehir-zemberek medyatik beyanatlarla adeta “hodri meydan” diyor... Hak ve hakikatin inhisar altına alınamayacağını haykıran Üstad’ına mukabil, hak ve hakikatleri tekelleştirmeye azmediyor. Çıkar ve iktidar kavgasına malzeme yapılması yetmemiş olacak ki, şimdi de bürokratik enstrümanlar eşliğinde “ümmetin malı” olan bir mirası zorla ve hileyle gasbetmeye çabalıyor.

Önce Said Özdemir’in peşpeşe beyanatları, sonrasında ise Mehmet Fırıncı ve Abdülkadir Badıllı gibi zatların müteakip beyanatları, ister istemez “Ne oluyor bunlara!” dedirtecek cinsten. Bir merkezden düğmeye basılmış ve sanki birbirinden kopyalanmış plaklar gibi aynı nakaratları tekrarlayıp duruyorlar. Üstad’ın talebesi olduklarını iddia eden bu taifenin ortak görüşü, yayınevlerine uygulanan “bandrol” uygulamasının yerinde ve isabetli olduğu yönündedir. Güya, bu vesileyle Nurların hem “sadeleştirilmesi”, hem de “tahrifatı” önlenecekmiş... Ancak zamanlama çok önemli; hükümetle malum cemaatle tam da yakapaça oldukları bir hengâmeye denk getirilmesi anlamlıdır...

Hükümete yaslanarak bir tarafa yüklenmenin ve “fırsat, bu fırsattır” kabilinden, sadece 2 neşriyatı nazara vermenin meşruiyeti olamaz. “Sadeleştirme” rezaletine karşı bir başka rezaletle, yani bir-ikisinin dışındaki tüm yayınevlerini susturarak mücadele edilmez; böylesi bir mücadele şekli, vesayet dönemlerinin “akredite” uygulamasının bir benzeridir; tipik bir ambargodur. 20’ye yakın yayınevinin Nurları vs. evrad-ezkâr kitaplarını bastığı bir neşriyat piyasasında, sadece “İhlas-Nur” ve “Envar Neşriyat”ı dayatmaya kalkışmak, hüsn-ü niyetle asla telif edilemez ve edemeyiz.

Mesela, Said Özdemir’in “Üstad, –neşriyat için– ikimize (bana ve Ahmet Aytimur’a) izin verdi. Başka kimseye izin vermedi” demesinin hangi niyete ve istikamete hizmet edeceği şimdiden belli değil midir? Üstad’ın böyle bir tavsiyesi olabilir mi? Hem, “Risale-i Nur, miri malıdır; Kur’an’ın malıdır; mal-ı umumîdir; inhisar altına alınmaz...” diyecek, hem de getirip bir-iki şahsın üzerine, kendi mirasçılarıymış gibi tapulayacak, olacak şey mi? Üstad’ın, Risale-i Nur Külliyatı’na giren ve kabul-ü ammeye mazhar yegâne vasiyeti ortadadır; o da şudur:

“Vasiyetnamemdir:

Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim!

Ecel gizli olmasından, vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrukâtım ve Risale-i Nur'dan olan benim hususî kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesaire şeylerimin bütününü, Gül ve Nur fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten oniki kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki; emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrukâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.” (Emirdağ Lahikası, c. I, Envar Neşriyat, sh. 136) Peki kimdir bu “oniki kahraman kardeşler?” Aynı kitabın aynı sayfasında isimleri şöyle sıralanmıştır: “Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillo'lu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Sâlih.” Var mı ötesi?!...

Hakikat-ı hal bu iken, son günlerde, mezkûr ağabeylerin şu “bandrol” meselesini dillerine dolamalarını ve özellikle de Said Özdemir’in yaşından beklenmedik bir azimle “medya”da arz-ı endam buyurmalarını ve adına “belge” dediği evrakları servis etmesini anlayamıyorum. İsim sıralamasında (Vasiyetname’de) kendisi ve Ahmed Aytimur 10 ve 12. sırada iken, nasıl olur da kendisini ilk sıraya oturtmaya çalışıyor? “Başta Hüsrev ve Tahiri” denildiği halde, bunların hayatta olmayışlarını fırsata dönüştürmek ne kadar doğrudur. Hâlbuki Hüsrev Ağabey’in kendisi ilk sırada olduğuna göre, en azından hürmeten dahi olsa, onun adına şu anda Nur neşriyatı yapan “Hayrat Neşriyat”ı nasıl gözardı edilebiliyor? Öte taraftan Mustafa Acet’in, henüz hayatta iken, 3 Ekim 1982 tarihinde “Tenvir Neşriyat” adına tanzim ettiği “Muvafakatname”yi görmezlikten gelebilir miyiz? Üstelik kendi el yazısı ve imzasıyla... İşte ispatı:
1-resim.jpg
İsterseniz Latince çevirisini de verelim:
“Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri’nin gaye ve düsturlarına uymak şartıyla:

“MUVAFAKATNAMEDİR

Bismillahirrahmanirrahim
Bismihi Subhanehu

Çok muazzez ve mübeccel Üstadımız Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerinin bütün arzu maksat ve gayeleri Risale-i Nur’un intişarıyla Müslüman Türk milletinin imanlarına hizmet etmek, Risale-i Nur’un dünyada ve âlem-i İslam’da parlak semeresini görmek olduğunu hizmetkârı, varisi, naşiri olarak aynelyakin bildiğimden (Emirdağ lahikası cilt 1 sahife 132, cilt 2 sahife 188) de beyan buyurdukları vasiyetleri mucibince Risale-i Nur külliyatının tashihli, sıhhatli ve aslının aynı olmasına dikkat edilerek neşredilmesi ve hayatını Nur’un hizmetine vakfedip nafakasını çıkaramayan fedakâr talebelere elde edilen kârdan beşte bir hisse ayrılması, hesapların gâyet muntazam ve dikkatle tutulması ve istenildiği zaman hesapların salâhiyetli kimselerin kontrolüne açık bulundurulması muvacehesinde hayatını Nurun hizmetine vakfeden, fedakâr ve gayretli kardeşim “Sıddık Dursun”a Risale-i Nur’un tab’ ve neşri için bi’r-rızâ “muvafakat” veriyorum.

Cenab-ı Erhamu’r-Râhimin rızasına muvafık kılıp Risale-i Nur külliyatının neşrinde muvaffak eylesin.

16 Zilhicce 1402
Mustafa ACET (İmza)
03.10.1982”

Evet, Said Özdemir’in çırpınışlarını anlamak mümkün değildir? Benmerkezci ve çevresine kapalı bir anlayışla, her şeyi güllük-gülistanlık görmesi doğru değildir. Başkalarını da görmesi, biraz da başkalarının gözüyle de kendisini tahlil ettirmesi gerekir. Kendi aklınca, ibraz ettiği belgelerle kendisini Nurların yegâne ve alternatifsiz sahibi gösterecek. Hâlbuki Nurlar, ümmet-i Muhammed’in malıdır ve asıl sahipleri bütün bir ümmettir. Onun hakiki şakirdleri ise, ona can-u gönülden bağlanan ve onunla hizmet-i imaniye ve Kur’aniyeyi ifa edenlerdir. Asıl naşirleri ise, onu en sıhhatli ve tashihli hâliyle basanlardır. Hâlbuki dayatılmaya çalışılan neşriyatlarla ilgili olarak bu güne kadar yüzlerce tahrifat örnekleri serdedilmiştir. Demek, amaç “sadeleştirme” ve “tahrifatın” önüne geçmek değildir; mevcut tahrifatlı hali devam ettirmektir. İleriki çalışmalarımda, dayatmacı neşriyatların hem kendi aralarındaki farklılıkları, hem de asıl ve tashihli nüshalara ters düşen yanlarını ortaya koyacağım.

Bu günlerde menşe ve mahreçleri kendilerinden menkul iki belge basına servis edildi. Biri Hüsnü Bayram’ın nezaretindeki bir sitede, diğeri ise Said Özdemir tarafından bir gazetede neşredildi. Bu iki belgeden, özellikle Said Özdemir’e ait olanı, tam anlamıyla bir kasd-ı mahsus tahtında tanzim edilmiş olup Risle-i Nurlar’ın tekelleştirilmesini öngören bir varaktır. Belgeyi bir kez de kendi gözlerimizle okuyalım:

 2-resim.jpg

Şimdi Said Özdemir’in neşrettiği ve kendisini, Nurların mutlak varisi ve naşiri gibi takdime çalıştığı belgeyi maddeler halinde kritize edelim:

1- Bu belge, evvela yukarıda arzettiğimiz “Vasiyetname”ye aykırıdır. Vasiyetname’nin kaynağı Risale-i Nur’dur, bu belgenin ise Said Özdemir’dir. Risale-i Nur’un olduğu yerde Said Özdemir’in belgesi geçersizdir; itibarsızdır.

2- Bu belge 1953’te tanzim edilmiştir ve mührün üzerinde “Ankara” okunmaktadır; bu tarihte Said-i Nursî Afyon’un “Emirdağ” ilçesindedir. Bilgi kaynaklarımız, Bediüzzaman’ın bu tarihte Ankara’da olmadığını göstermektedir. Bir başka ifadeyle, 1953’ün sonuna dek (Demokrat Parti dönemidir) Emirdağ’da ikamet etmiştir. 1922’de Millet Meclisi konuşması için Ankara’ya davetli olarak çağrılan Üstad, 1943’te ikinci kez, ama tutuklu olarak getirtilmiştir ve son olarak da 1959’da Ankara’ya geldiğini okumaktayız. Peki, bu 1953 ve “TC. Ankara...” mührü neyin nesidir?!

Ama işin gerçeği farklı... Aşağıda göstereceğim Osmanlıca el yazması nüshada, bu belgenin aslında 1963 tarihli olduğudur. Yani Üstad Hazretlerinin vefatından 3 sene sonra. Yani sahte belge düzenleyicileri, Üstad’ı mezardan çıkartıp(!) Ankara Noterliğine getirmişler(!). Arkasından onun cansız olan eliyle hem parmak bastırmışlar, hem de çakma bir imza attırmışlar(!). Sonra da yazısını takliden, ismini yazıvermişler. Görünürde 1953 tarihli gibi gözüken sahte vekâlet belgesi, aslında 1963 tarihlidir.

İşte sahte vekâlet belgesi referans alınarak yazılmış el yazma Osmanlıca belge:

50913
 
İşte görüyorsunuz: Belgenin tanzim tarihi 8 Ekim 1963’tür; 1953 değildir.

3- Belgedeki “Sadık bir vekil istiyordum” ifadesinde, bu vekilliği “ne için” ve “neyle ilgili” olduğu tasrih edilmemiştir. Belgeyi doğru kabul etsek bile, metinde, Risale-i Nur’un “neşri”yle alakalı bir ifade yoktur. Dolayısıyla, Said Özdemir’in, “Üstad, Neşriyat işini İhlâs Nur Neşriyat ile Envar Neşriyat’a vermiştir” sözü anlamsızdır; kaale alınmamalıdır!

4- Belgede geçen “Onu (Said Özdemir’i) her cihetle bana ve Risale-i Nur’a hizmet için tevkil ediyorum” ifadesi, yine “neşriyat”la alakalı değildir; hizmetle alakalıdır. Yok, eğer neşriyatla izah edilirse, o zaman “Envar Neşriyat” da devre dışı kalacaktır. Hâlbuki kendisi, 3. madde de geçtiği üzere, Üstad’ın kendisiyle beraber Ahmed Aytimur’a da neşir yetkisi verdiğini iddia ediyor. Demek bu “her cihetle” ifadesini neşriyata hamletmemek gerekir; başka tür hizmetlerle ilgilidir.

5- “O ne yapsa, ben yapıyorum gibi kabul ediyorum” cümlesinde de bir kapalılık ve muğlâklık vardır; “neyi”, “neye binaen” ve “hangi hususta” olduğuna dair bir sarahat yoktur. Çünkü sözkonusu ifadeyi mutlak kabul edersek, bu takdirde Said Özdemir’in yapacağı tahrifatları da, işleyeceği günahları da Üstad peşinen kabul etmiştir anlamı çıkar.

6- Bu vekâletnameyi yazan kişi, herhalde açık kimlik bilgisine müsteniden bu evrakı düzenlemiştir. Üstad’ın adının “Sait” değil, “Said” olduğunu herhalde göremeyecek kadar kör değildir. Ya da bu yanlış yazıma muttali olan Said Özdemir herhalde müdahale ederlerdi diye düşünüyorum. Zaten yanlış yazımların yeni bir tuş vuruşuyla düzeltildiğini de belgede görebiliyoruz. (Üstad’ın kendi deyişiyle yeni yazıdan tek harf bilmediğini de hatırlamaya çalışalım).

7- Resmî bir belge ise, isim gibi soyadının da resmiyetteki şekliyle yazılması gerekir. Üstad’ın resmi soyadı “Okur”du. Hâlbuki belgede “Nursî” kullanılmıştır. Bu nasıl bir resmiyet?!... İşte resmiyetteki belge(1956 senesi İsparta Savcılığına ait iddianameden bir kupür)

 50914

Bir başka örnek: 

50915

Her iki belgede de görüldüğü gibi, Üstad’a resmi makamlarca takılan soy isim “Okur”dur. İsmini ise, kasıtlı olarak hep “Sait” diye tahrif etmişlerdir.

8- Üstad, gerek Arapça ve gerekse Osmanlıca bütün yazılarında, risalelerinde ﺳﻌﻳﺩﺍﻟﻧﻭﺭﺳﻰ (Said en-Nursî) şeklinde yazar. Yani “Nursî” kelimesinin başına “Eliflâm-ı tarif”i getirtir. Çünkü imla kuralı bunu gerektirir. Hiçbir zaman, hiç bir eserinde ﺳﻌﻳﺩﻧﻭﺭﺳﻰ (Said Nursî) şeklinde yazmamıştır. Bu tahrifatlı yazım, neşriyatçıların işgüzarlığı ya da bazı resmî kâtiplerin kasıtlı tahrifleridir. O halde, belgedeki bu yanlış yazımı Üstad’a mal etmek, doğrudan doğruya Üstad’ı “cahil” konumuna sokmaktır. Demek bu çakma isim Üstad’ın kendi el yazısı değildir. Üstad’ın kendi el yazısıyla ismine dair bir kaç örnek:

 50916

Dikkat edilirse, hepsinde de “Eliflâm-ı tarif” bulunmaktadır. Dolayısıyla bu günkü neşriyatların birçoğunun kitap kapaklarında geçen “Said Nursî” ifadesinin de yanlış olduğu, aslının “Said en-Nursî” ya da en azından nisbet “i”sinin ilavesiyle “Said-i Nursî” şeklindeki yazılması gerektiği kesinlik kazanmış oluyor.

9- Bediüzzaman alim bir insandır; ona parmak bastırmak ve üzerine de son derece amatörce bir imza attırmak, onu okuma-yazma bilmeyen bir cahil derekesine indirmektir. Hele hele, o çakma imzanın Latince olması da tam bir ucubedir. Hâlbuki yukarıda da arzettik, Üstad yeni yazıdan tek bir harf dahi bilmiyordu...

10- Resmi bir evrakmış gibi takdim edilen sözde belgeyi hangi memur düzenlemiş belli olmadığı gibi, bir üst makamının da ismi tasrih edilmemiş. Böyle bir belge, devlet ciddiyetiyle bağdaşmaz. Demek hangi tarafından kurcalarsak kurcalayalım,“şaibeli” olduğu apaçıktır.

11- Son bir şey; umarım biriler akıl eder de Ankara noterliğine gider, belirtilen sayı numarasından belgenin sahih olup-olmadığını tedkik ederler. Her ne ise... Benim belgeye bakışım böyle; öyle her önümüze sürülene belge deyip üzerine atlayacak kadar saf değiliz. Bu böyle biline...

Şimdi de, Hüsnü Bayram’dan menkul belgeye(!) bir bakalım:

 3-resim.jpg

Bu belge de bir önceki belge gibi nev’-i şahsına münhasır tuhaflık arzediyor. Resmî hiç bir özelliği olmadığı halde, bazı okunamayan pullarla resmiyet süsü verilmiştir. (İlk iki pul imzasız, son pul ise imzalıdır). Ve en tuhafı da Üstad adına bir kaşenin tanzim edilmiş olmasıdır. Onu da yanlış düzenlemişler; “Nursi” yerine üzerine “Nurisi” kazımışlardır. İsterseniz bu belgeyi de maddeler halinde inceleyelim:

1- Bu belgenin başında hiç bir ifade yok; vekâletname mi, vasiyetname mi, belirtilmemiştir. Dolayısıyla resmiyetin ciddiyetinden uzaktır. Düzenlendiği resmî kuruluşa ait hiç bir isim, şehir, tarih, unvan ya da mühür görülmemektedir. Öyle ise, basına “Said Nursî’nin resmî vekâlet belgesi” şeklinde servis etmenin tuhaflığı alenen sırıtmaktadır.

2- Belge, Üstad’ın Emirdağ Lahikası, cilt I, shf. 136’da beyan ettiği vasiyetnameye terstir. Çünkü Risale-i Nur’daki meşru vasiyetname de belirtilen isimlerden, başta Hüsrev ağabey olmak üzere, Abdülmecid, Atıf, iki Mustafa, Abdullah, Rüşdü, Mehmed Kaya gibi birçok ismi bulamıyoruz. Dolayısıyla belgenin meşruiyeti tartışmalıdır; zira bazı isimlere yer vermemekle tarafsızlığına gölge düşürülmüştür.

3- Belgede geçen “Risale-i Nur’un hâsılatı, Risale-i Nur ve hizmetinindir” ifadesi, esasta Üstad’a ait olmasına rağmen, eserlerin hâsılatı hep neşriyatçıların kâr hanesine geçmiş ve onları zengin etmiştir. Çünkü bu hâsılatın şeffaf olmadığı ve mutemet bir heyetçe murakabe edilmediği bilinen bir gerçektir.

4- Bu belge(!) bir önceki belgeyi nakzetmektedir; çünkü bir önceki belgede var-yok iki şahıs nazara verilirken (Said Özdemir ve Ahmet Aytimur), bu belgede ise asıl vasiyetnameye daha yakın isimler geçmektedir. Ancak ilginç olan, talebe olarak sadece “Said Özdemir” ve “Ahmed Aytimur”un nazara verilmesidir... Hâlbuki bu iki şahsı gölgede bırakacak derecede ön plana çıkan talebeler, özellikle de saff-ı evveller vardır. Bununla beraber, önemli olan, neşriyat vazifesine sadece adı geçen iki şahsın değil, Tahirî, Sungur, Zübeyr, Ceylan, Hüsnü ve Bayram ağabeylerin de vazifedar kılınmış olmasıdır. İşte bu vazifelendirme, tek başına Said Özdemir’in iddiasını çürütmektedir.

5- Üstad, “Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır” dediğine göre, nasıl Kur’an birilerinin tekeline sokulamayacak kadar ulvî ve ümmetin mal-ı umumisi ise, onun tefsiri olan Risalelerin dahi inhisar altına alınamayacağının açık ifadesidir. Manevi varisliği, maddi olanıyla karıştırmak, sapla samanı karıştırmaktır. Manevi veraset üzerinden Risale-i Nurları tekelleştirmek, sadece yayıncıların değil, ümmetin de hukukuna tecavüzdür; gasıpçılıktır. Hak ve hakikatler; su, hava ve ışık gibidirler, onlarda herkesin hakkı vardır; ilahî ve evrensel nimetlerdir. Birilerinin, “istediğime verir, istemediğimden alıkorum” demeye kalkışması, tek kelimeyle Allah’tan rol çalmaktır.

6- Belgede, “Lüzumu halinde bu vasiyetimi alakadar resmî makamata vermek üzere tanzim ediyorum” denilerek, bu ifade Üstad’a mal ediliyor. Hâlbuki Üstad’ın imzası olmadığı gibi, Üstad’ın el yazmasıyla bu güne dek böyle bir vekâletname gösterilememiştir. Özellikle Hükümet ve Fethullah Gülen cenahının kıyasıya kavgasına denk getirtilmesi düşündürücüdür. Evet, Fethullah Gülen mensuplarının Risaleleri sadeleştirmesi, hepimizi yaralamıştır, ancak onları yargılarken, siyasî cenaha yaslanmak ve hatta onları da yanlarına çekerek birlikte saldırıya geçmek doğru değildir; Risale-i Nur ve Nur Talebeleri yara alır. Üstelik, Üstad’a mal edilen söz mucibince, bu belgenin resmî bir makama verildiğini gösteren hiç bir alamet-i farikası yoktur. Pullar, işin sadece makyajı...

7- Yine Üstad’a mal edilen, “Bu manevi evlatlarım ve talebelerim, benim tarzımda Risale-i Nur’a ve umuruna hizmet edeceklerdir” sözü, ne kadar doğru ise, kendilerine Nurların teslim edildiği bu heyetin –önemli bir kısmının– zikzaklı hayatları da bir o kadar doğruluktan uzaktır. Siyasete bulaşmalar, menfaate meyletmeler, iktidarlara yaranma ve yaslanmalar her zaman yaşanmıştır ve halen de yaşanmaktadır. Bunu inkâra kalkışmak, gün ortasında güneşi inkâr etmekle aynıdır. Bu da yetmez, Nur Talebelerini birleştirme ve kaynaştırma yerine, her biri bir grubun başına geçerek rakip gruplar oluşturmuşlardır. Bu tarafgirlikleriyle beraber, Nurlarda tahrifat yapmaları, yapanlara sessiz kalmaları, sahte belgeler tanzim ederek Nurları baba malı gibi verasetlerine geçirmeye azmetmeleri; gıybet, iftira, yalan, takiyye gibi mezmum fiillere tevessül etmeleri fasılasız olarak devam etmiştir ve halen de etmektedirler. Bütün bunları irtikâp edenler için (velev ki Üstad’ın talebesi olsunlar), nasıl Üstad’ın tarz-ı hizmetini yürütüyorlar denilebilir.

8- Üstad’a mal edilen bu vekâletname neden Külliyat’ta yer almıyor? Nur Külliyat’ına rağmen, bu tür belgeleri piyasaya sürmenin, onlar üzerinden makam, menfaat ve şahsî ihtirasları harekete geçirmenin, Risale-i Nur’da ders verilen “ihlâs”, “istiğna”, “tevazu”, “mahviyet”, “terk-i enaniyet” ve benzeri ahlak-ı hamideyle ne alakası vardır? “Biz” yerine “ben”i işletenlere nasıl itimat edilebilir? Soruyorum!..

Hâsılı kelam; devlet, sahip olduğu akl-ı külliyi, bu parçalı ve cüz’i akılların hizmetine sokmamalıdır. Devlet, konumu gereği, “adil” ve “hakem” pozisyonunu korumalıdır. Tarafgirlik saikasıyla hareket eden bu mutaassıp ve menfaat düşkünü kimselerle hareket etmek yerine, onları da, muhaliflerini de hizaya getirtecek alternatifler üretmelidir. Mesela Risale-i Nur’ların sadeleştirilmesini önlemek ve tahrifatlara dur demek için, bir “akîl adamlar” ya da “bilirkişiler” heyeti oluşturmak. Bu sayede, sorunlar çözülür; yoksa aklı devredışı edip his ve ihtirasları devreye sokmak, hem sorunları çözdürtmez, hem de devleti de zan altına sokar.

Diyanet’in Külliyat’ı basmasına şahsen taraftarım; daha güzel bir mizanpaj, daha kaliteli kâğıtlar, daha albenili ciltler içinde, daha sıhhatli(tashihli) kitapları kim bastırırsa bastırsın, taraftar olmamak, ancak insafsızlık ve cemaat taassubuyla açıklanabilir. Sorun “sadeleştirmeyi önlemek” ise, eyvallah, yok, sorun diğer yayınevlerini susturmak ise, bu tam da bir insafsızlık ve fitneyi ateşlendirmekten öte bir yarar sağlamaz.

Allah, akıl, izan ve feraset versin!..

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.