TAHRİFATA CEVAP MI, TAHRİFATI KABUL MÜ?
Abdullah Can
02 Şubat 2014 Pazar 23:19
Yeni Asya Yazarı M. Latif Salihoğlu, 26.01.2014 tarihli Akit Gazetesi’nde yayınlanan “Risale-i Nur’da Büyük Tahrifat” başlıklı yazıyı bahane ederek, Sıddık Dursun hakkında ağzına geleni sıralayıp durmuş. 29, 30 ve 31 Ocak tarihli yazılarında, M. Latif, Sıddık Dursun’un tahrifatla ilgili ifadelerini toptancı, ama daha çok özele indirgeyerek sanki münhasıran Yeni Asya Neşriyatı’nı tenkit etmişçesine bir psikozla hareket etmiş; nefsî müdafaa sınırlarını tecavüz ederek –cevaptan çok– hakaretlere başvurmuş. Sıddık Dursun’u, mesela: “O fitnekâr ehl-i dünyanın argümanını ısrarla kullanma”, “Sâdık Nur Talebelerine matuf taarruzlu bir iftira”, “Nur camiasını karalamaya yönelik asılsız iddialar”, “Bütün grupları zan ve töhmet altında bırakan karalamalar” ve nihayet “Adı geçen aynı şahıstan, bundan yirmi sene evvel de aynı tarz isnat ve iddiaları bizzat duyduğum” şeklindeki geçmişe dönük hesaplaşma histerisi…
M. Latif, cevabî yazılarında güya Sıddık Dursun’un tezlerini çürütmeye çalışırken, kendisini çürüttüğünün farkında olmayarak, klasik ve alışagelinen tepkicilikle yazıyı kaleme aldığından, avukatlık yerine kendisini sanık sandalyesine oturtuyor. Çünkü Sıddık Ağabey’in iddiaları ne kadar güçlü ise, onun cevapları da o kadar sıradan ve sathidir. Yıllardır bu ve benzeri histerilerle yazı yazanlar hep zarar etmişler ve zarar vermişlerdir. Anlattıkları da bırakın muhataplarını ikna etmek, kendilerini dahi zan ve şüpheden kurtaramamıştır. Çünkü dar bir perspektif ve bastırılmış bir iradeye mahkûm edilenlerin ufuk açıcı olmaları mümkün değildir. Dolayısıyla Sıddık Hoca’yı mahkûm etmeye çalışırken, kendisini münhezim bir ruh haletine hapsetmiştir. Her ne ise, biz geçelim savunmalarına:
Sıddık Dursun’un, Risale-i Nur’da yapılan tahrifatlar çerçevesinde, İslâm Deccalı olan Süfyan’ın mahiyetinin gizlenmeye çalışıldığını iddia etmesine karşın, Latif Bey, bunun yerden göğe kadar haksız ve yersiz bir iddia olduğunu ve esasta bu meselenin Nurcular için “Kırmızıçizgi” olduğunu savunuyor. Gerçekten Süfyan’la ilgili tahrifat yapılmamış mıdır? İşte size iki örnek:
Birincisi: Beşinci Şua, “İkinci Makamı ve Meseleleri” bölümünün “Birinci Mes’lesi”nin izahına henüz girerken, bir “haşiye” geçmektedir. Haşiye aynen şöyledir. (Orijinali):
Çevirisi:
“Aşağıda gelecek olan Birinci Mesele yazıldıktan hayli zaman sonra zuhur eden bir hâdise tam tevilini göstermiştir, şöyle ki: Hadiste, "O süfyan bir su içecek, eli delinecek" denilmiş. Yani bir çeşit su olan rakıyı su gibi çok içecek ve o sebepten batını su tulumbası gibi olacak ve o su hastalığı yüzünden zulüm ve hile ile topladığı milyonlar mal, su gibi elinden akacak, ecnebi doktorların boğazına girecek. Mesmuatıma nazaran; üç senede üç milyona yakın liraları tedavisine gayet israf ile sarf eden bir insan asrımızda göründü, ‘bu hadisin tevilini bende görünüz’ hayatının lisan-ı haliyle dedi. Hem, ‘bir su içecek, eli delinecek’ olan kudsî söz, ne kadar manidar ve mucizekâr ve yüksek ve cemiyetli olduğunu vefatıyla bildirdi, gitti.”
Bu haşiye, Tenvir, Zehra ve Hayrat Neşriyat hariç, –sizinki de dâhil– hiçbir neşriyatta geçmemektedir. Bu bir tahrifat değil midir? Hani ya, yüz binlerce Nur Talebesi için bu mesele “Kırmızıçizgi” idi? Söyler misin, yerden göğe kadar haksız olan kim ya da kimlerdir?
İkincisi: Yine, Birinci Mes’ele’nin izahında geçen “şiddetli bir hırs ve tamaı uyandırarak…” ifadesi içinde bir “haşiye” bulunmaktadır. Haşiye aşağıdaki şekildedir. (Orijinali):
Çevirisi:
“Evet, kendisi on yedi milyon lirayı, on beş senede on beş milyon fakir bir milletten hırs ve tama ile boğazına akıtması, ne derece hırs ve tamaı tehyic ettiği kıyas edilsin.”
Bu haşiye de, Tenvir, Zehra ve Hayrat Neşriyat’ta yer alırken neden –sizin dâhil– diğer neşriyatlarda yer almamaktadır? Bu bir tahrifat değil midir? Hani ya, yüz binlerce Nur Talebesi için bu mesele “Kırmızı çizgi” idi? Söyler misin, yerden göğe kadar haksız olan kim ya da kimlerdir?
Sıddık Dursun, Divan-ı Harb-i Örfî kitabının sonundaki “Hatime”nin tahrif olduğunu iddia ederken, Latif Salihoğlu yine işi bilgiçliğe vuruyor; kendi kafasınca Sıddık Dursun’u tekzip etmeye çalışıyor. Cevabında, bu Hatime’nin Yeni Asya Neşriyat’ına ait 2009 baskılı “Eski Said Dönemi Eserleri” isimli kitabın 161. sayfasında –üstelik nüsha karşılaştırmalı olarak– geçtiğini savunuyor. Hâlbuki nüsha karşılaştırması dediği şey, aslında tahrifatın bizatihi belgesidir. Çünkü Bediüzzaman kendi kitaplarını yaz-boz tahtası yapmamıştır ki “nüsha karşılaştırmas”ından ya da “nüsha farkı”ndan bahsedelim.
Latif Bey, bu iddianız açıkça gösteriyor ki, 2009 yılından önceki neşriyatınızda, –hatta halen de– mesela küçük boy Divan-ı Harb-i Örfî’lerinizin Hatime’sindeki bu ifadeler tahrifatlıydı. Yine itiraf ediyorsunuz ki, evet doğrudur, Yeni Asya Neşriyat’ı “Eski Said Dönemi Eserleri”ni neşretmekle bu tahrifattan nedamet etmiştir, vicdan azabına dayanamamıştır, asıla rücu’ etmiştir. Ayrıca itiraf ediyorsunuz ki, Tenvir ve Zehra Neşriyat’ın dışındakiler halen temerrüt edip tahrifatlı baskıdan vazgeçmiş değillerdir. İşte hakikat bu merkezde iken, daha ne diye tahrifat vardır iddialarına “bayatlamış iddialar” diyorsunuz? Söyler misin, bayatlılık kimlerdedir?
Sayın Latif, söylediklerinin üstünü adeta karalarcasına başka bir ucubeliğe imza atıyor ki, akıllara ziyan. Neymiş? Şahsî arşivinizdeki Divan-ı Harb-i Örfî’nin son şekil nüshası varmış! Ve orada adı geçen cümleler –güya– Üstad’ça umumileştirilerek, “Ey Asurîler ve Turanîler ve Kiyanîler’in cihangirlik zamanında pişdar, kahraman askerleri olan arslan Türkler, Kürdler!” şeklinde tanzim edilmişmiş. Maşallah, eğer son ve doğru şekli bu ise, ne diye Üstad’ın vazgeçtiği nüshaları basıyorsunuz? Bu Nur’a ve Üstad’a sadakatsizlik değil mi? Hem neden arşivinizdeki bu tashihli nüshanın tıpkıbasımını yapmıyorsunuz? Üstad, Kürt asıllı olmayan Asurî ve Kiyanîleri zikrederken, cümle arasına Turanîleri ve sonuna da Türkleri sokuşturmakla(!) nasıl umumileştiriyor? O zaman “ebna-yı cinsime” ifadesini nereye sokmalı? Hem Asurî ve Kiyanîler bir milletin adları iken, Üstad, “Turanîler”in tıpkı “İrânîler” gibi bir cins isim olduğunu bilemeyecek kadar –hâşâ– cahil midir? Senin o arşivlik kitabını bilmem, ama bendeki Ceylan Çalışkan Abi’nin elyazısıyla yazılıp Üstad’ın tashihinden geçen Divan-ı Harb-i Örfî’de aynen şöyledir:
Eğer Osmanlıcayı okuyabiliyorsan, işte sana aslı! İlk iki satırını çevirelim istersen:
“Hatime: Ebna-yı cinsime de burada birkaç söz söylemezsem bence bahis natamam kalır: Ey Asurîlerin ve Kiyanîlerin cihangirlik zamanında pişdar kahraman askerleri olan arslan Kürdler!...”
E, ne diyorsun? Bu tahrifat bid’atını kime hamledelim? Tarifiniz veçhiyle, kitaplarını yaz-boz tahtasına çeviren –hâşâ– Bediüzzamana mı, yoksa onun vefatını fırsat bilen milliyetçilik müptelalarına mı? Söyler misiniz, kaç tane Bediüzzaman vardır?
Yine Sıddık Dursun, Münazarat kitabından çıkartılan bir haşiyeden bahsediyor. Haşiye, Said-i Nursî’nin Kemalizm’e dair bir yaklaşımını ifade etmektedir ve şöyledir: “Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizm ve inkılâb softaları ve dönmeleri görmüş gibi haber veriyor.” İşte Sıddık Ağabey bunun çıkartıldığını, dolayısıyla tahrifat yapıldığını iddia ederken, savunmacı arkadaş, bunun kendi neşriyatlarında olduğunu, dolayısıyla doğruyu yansıtmadığını ileri sürüyor.
Salih Bey, sen yine benmerkezci bir savunma refleksine kapılmışsın. Bir sefer o yazıda özellikle Yeni Asya Neşriyat’ı kastedilmemiş ki! Ne hikmetse, Türkçülük adına tahrifat yapanlara vaki olan itirazlara, hep Kürt kökenliler paratoner oluyorlar. Tıpkı sen, Badıllı ve Risalehaber’deki bir kısım zevat gibi… Abiciğim, ben de bir zaman Yeni Asya cenahındaydım; o zamanki bastırdığınız eserlerin bu günkü tahrifatçı neşriyattan farkı yoktu. Lütfen, hakperestlik yerine nefisperestliği ikame etmeyiniz?
Bahsini ettiğiniz Münazarat, zaten tarihini veriyorsun; 1990. Bunu da Nurlu(!) Demirel’in “Kürt realitesini kabul ediyoruz” demesinden sonra, “uydum imama” kabilinden, orijinaline yakın bastırdığınızı sen de, ben de iyi hatırlıyoruz. Hatta Üstad’ın ilavesinde olmadığı halde, sırf Abdülhamid’i temize çıkarma adına bazı mektuplar da eklemiştiniz; ne münasebetse! Eski baskılarınız halen bizde duruyor ve gerekirse sayfa-sayfa neşredebiliriz.
Hakikati bile bile ketmediyorsunuz! Önemli olan, şu soruya cevap vermenizdir; en az 10 neşriyat var; bunların çoğu bu haşiyeyi, yani “Komünist ve anarşist manasıyla Kemalizm ve inkılâb softaları ve dönmeleri görmüş gibi haber veriyor.” cümlesini neşretmişler mi, etmemişler mi? Onu gör, onu anla ve ona göre savunmaya geç! Biliyorsun, hüküm çoğunluğa göre verilir. Lütfen, egosantrik histerilerle müdafaaya kalkışma!
Sıddık Hoca, tahrifat çerçevesinde, Mektubat’tan “Vahhabiler Bahsi”nin çıkartıldığını –haklı olarak– iddia ederken, Yeni Asya’cı Latif Bey, yine kendi bastırdıkları Mektubat üzerinden savunmaya duruyor. Sadece kendi neşriyatı olan Mektubat’ı savunmasıyla, aslında Sıddık Dursun’u doğrulamakta, ona hak vermektedir. Buna rağmen, destek çıkması gerekirken, halen haksızların ve tahrifatçıların kılıcını kuşanmasına anlam veremiyorum; herhalde, olsa olsa, “önyargı” ve “taassup”tan mütevellit bir gözükaralıktır denilebilir.
Latif Bey! Görülen o ki, senin yazıların –iddia ettiğin gibi– umumun müdafaası değil, cemaat ve neşriyat taassubuyla memludur. Sırf yazmak için mi yazmışsın Allah aşkına? O kadar itiraz ettiğin Sıddık Dursun’a, senin cevapların bunlar mıydı? Sözler, Envar, RNK, İhlâs Nur, Şahdamar, Hayrat Neşriyat vb. üzerinden yapılan bir tartışmayı ha bire teke indirmeniz ve bu infiradilik üzerinden savunmaya durmanız ne kadar insaf ve hakkaniyet ölçülerine sığar? Yoksa ötekileri Nurlardan saymıyor musunuz?
Senin müdafaaya durduğun Külliyat’ın Mektubat’ını ben de biliyorum ve şu anda bu yazıyı yazarken karşımda duruyor. Ama takdir edersiniz ki cenah olarak 12 Eylül’e kadar bastırdığınız Mektubat’ta Vahhabiler, İşaratü’l-İ’caz’da Münafıklar Bahsi yoktu.
Dediğim gibi, tahrifat vardır iddialarımızı kişiselleştirmemeniz lazımdır; genel olarak düşünmelisiniz. İnkâr edemezsiniz ki, sizin de Külliyat’ınızda da birçok tahrifat örneği vardır ve halen o tahrifli halleriyle duruyor. Nihayet bazılarını yukarıda belirttim. Özellikle tahrifata dair devam ettiğim seri yazımda, yer yer ve zamanı geldikçe bunları serdetmişim ve etmeye de devam edeceğim. Amaç, hepimizin istikamet kesbetmesi ve musahhah nüshalar üzerinde ittifak etmemizdir.
Sıddık Dursun, Üstad’ın eserlerinden, hassaten eski eserlerinden Kürd, Kürdistan kelimelerinin kasıtlı olarak çıkarıldığını; bunların yerine ise “Şarklı”, “Hamal”, “Vilayât-ı Şarkiye” gibi ilgisiz ve absürt kelimelerin konulduğunu iddia ederken, başkalarının kılıcını kuşanmış ve müdafiliğini üstlenmiş Latif Bey ise, yine eski söylemlere sarılarak bilinen masalları tekrar etmeye koyuluyor. Neymiş efendim, bu kelimeleri değiştiren ve onlarda tasarruf eden kişi bizzat müellif-i muhterem Üstad Bediüzzaman’ın kendisi imişmiş. Ve buna kimsenin itiraz edemeyeceğini ileri sürerek peşinen bütün yollara barikatlar kuruyor, setler çekiyor. Sonrasında ise, kendi neşriyatlarının farkını ve faziletlerini döktürüyor. Güya kendileri aslına ve orijinaline sadık kalmışlarmış…
“Benim telim, benim tamburum” deyip tutturmuşsun be muhterem! Bu kadar da neşriyatınızın reklamını yapmanıza gerek yoktur. Bırak kendi halinde kalsın; layıksa, o kendi kendini sevdirir ve saydırır. Her defasında “bizim Yeni Asya” deyip gözümüze sokman da adaba yakışmaz. Ancak, cevap vermeye çalışırken kendini tuzağa yuvarlatman ferasete sığmaz; 40 yıllık Nurculuğuna yakışmaz.
Evvela, Eski Said’in içtimaî ağırlıklı eserlerinde geçen tabirlerin bir kısmının Üstad’ça değiştirildiğinden, tasarruf edildiğinden bahsediyorsun ki, bu külliyen yanlıştır ve Üstad’a bühtandır. Mertçe deyin ki, biz değiştirdik ya da değiştirmişler… Suçu Üstad’a atarak tahrifatçıları temize çıkarmak 40 yıllık bir Nurcuya yakışmaz.
Şayet iddia ettiğiniz gibi, o kelimelerden bir kısmı değiştirilmişse, nedenini belirtmen lazım. Bahsini ettiğin gerekçeleri doğru ve makul kabul edersek, bu durumda o kelimelerden hiçbirinin sağ bırakılmaması lazımdı; hepsinin ayıklanması gerekirdi. Yok, bir kısmı çıkartılmış ya da ayıklanmış da, emsali bir kısmı yerinde bırakılmışsa, bunun mantığı olmaz.
Bir diğer husus, Üstad’ın çizdiği, ayıkladığı, tasarrufta bulunduğu kelimelerin belgeli olarak ibraz edilmesi lazım; yoksa asıl absürtlük buna denilir. Mesela, bastırdığınız Mesnevi-i Nuriye’deki “Meclis-i Meb’usana Hitab”ın “Hamisen” maddesindeki “Hatta umum Kürdistan’da” ifadesini ne diye “Hatta umum Şark’ta” olarak değiştirdiniz? Aşağıdaki orijinalinden altı çizili sözcüklere bakın da aslını görün! (Tashihli Ceylan Abi’nin nüshası):
Ya da, 2007 baskılı Sözler’inizin sayfa 1165’te geçen “Rüya bir nevi yakazadır. Orada asrın vekili burada Said Nursî” cümlesindeki “Said Nursî”, orijinalinde “Said-i Kürdî” iken neden doğru halini muhafaza etmediniz? Tashihli halini, sadece Zehra, Tenvir ve Hayrat neşriyatta görüyoruz; diğerlerinin tamamı tahrifatlı haline imza atmışlar.
Yine 2007 baskılı Şualar’ınızın 460’ıncı sayfasında geçen “Eğer kabul etseydin, ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adamın hayatlarını kurtarmaya sebep olurdun” cümlesinde geçen “adamın” kelimesinin aslı “Kürdün” iken neden aslına sadık kalmadınız; tahrifatçı kervanına katıldınız? Örnekleri çoğaltabilirim, ama neşriyatınız üzerinden bunca temeddühünüzü biraz frenlemeniz için bu üç örnek yeterlidir, sanırım.
Sıddık Ağabeyle müstehziyane olan yaklaşımından dolayı Latif Bey’i kendi karakteriyle baş başa bırakıyorum; ancak alışılagelen klasik şablonlardan halen kurtulmadığını belirtmeliyim. Neymiş efendim, Üstad 1923’ten sonra Kürdî imzasını hiç kullanmamışmış… Peki, şu ifadeler 1923’ten sonra değil mi? (S.T. Gaybî’niz, 2008’den naklen): “Hadimü’l-Fürkan olan o adamın iki ismi ve iki lakabı var: ‘El-Kürdî’ lakabı ile ‘Molla Said’ ismi…”(s. 214), “Said’in dahi iki lakabı olan ‘Nursî’, ‘El-Kürdî’; iki ismi olan ‘Molla Said’, ‘Bediüzzaman’…”(s. 215), “Ondördüncü asırda ‘el-Kürdî’ lakabıyla yâd edilen Molla Said, benim müridimdir.”(s. 223) (Dikkat edin, ‘evladımdır” demiyor Abdülkadir Geylanî. Hem de hiçbir yerde… Öyleyse Seyyidlik izafe edenler utansın!) “O Gavs’in müridi olan Said el-Kürdî” (s. 223), “O müridi ise, Saidü’l-Kürdî olduğu…”(s. 230) Yeter mi? Daha yazalım mı? Bir tek defa istisna, bütün mahkemelerde, ittihamnamelerde Üstad için “Said-i Kürdî” denildiği halde, hiçbir reaksiyon göstermiş midir?(Eskişehir Mahkemesi Müdafaalarına bakılabilir) Mesela şu ifadelere bakalım:
“Hâlbuki biçare çok masum insanları, ‘Said-i Kürdî”nin asarının neşriyatına vasıta olmuşlar’ bahanesiyle bu musibete sevk ile süründürdüler.” “Üç aydır bu kelimeyi tekrar ediyorlar: ‘Said-i Kürdî, dini siyasete alet ediyor.’ Ben de bütün mukaddesatım adına yemin ediyorum ki: Bin siyasetim olsa, hakaik-i imaniyeye feda ediyorum.” “Said-i Kürdî’nin şapka giymediği gibi propagandaya giriştiği ve mücahede etmekte olduğu” ve daha nice böyle ifadeler… Bütün bu “Kürdî” isim ve tavsiflere rağmen, Üstad hiçbirine karşı en ufak bir tepki göstermiyor; bu tavsifi kendi üzerinden kaldırmak adına farklı bir pozisyona girmiyor.
Demek, sadece bir cümleciğe takılıp kalmak, körlerin fili tarifi gibi olur. Hâlbuki fotografı bir bütün olarak görmeli; bir karesine takılma sathiliğinden kurtulmalıyız. Yüzlerce açık kapıya rağmen, gözünü hep kapalı bir kapıya dikip ‘bu saraya girilmez’ demek kâr-ı akıl değildir.
Salih Latif’in üçüncü yazısı tamamen demagojik ve hakaretamiz bir saldırı mahiyetinde olduğu için nazar-ı itibara almıyorum. Zira işi Türklük-Kürtlük ve önkabul üzerinden Seyyidlik polemiğine döken bir ifade tarzının kaale alınmasını, sadece seviye ve zaman kaybı olarak değerlendiriyorum. Onun için yazıyla sahibini baş başa bırakıyorum. Birbirine mübarek olsunlar. Ancak Seyyidlik polemiğine girdiği için, yazılarından birindeki bir anekdotu hatırlatmakta yarar görüyorum. Latif Bey, 08.09.2009 tarihli Yeni Asya köşesinde aynen şöyle diyor:
“Mâlûm, seyyidlerin ayak parmaklarında bir alâmet–i fârika var.” Yani onların ayak parmakları yapışık olurmuş… Buna kargalar da güler. Niye diyeceksiniz? Çünkü bölgemizde seyyid olarak bilinen birçok ailenin fertleriyle (mesela Arvasîlerle) görüşmelerimiz, hasbıhallerimiz olmuştur; özellikle yaz mevsimindeki bu görüşmelerde, gerek abdest alırken gerekse namaz kılarken (Şafiiler namazda çorap giymezler) ayak parmaklarına dikkat kesilmişim. Hiç birinde böyle bir alamet görmedim. Üstad’ın Nurs’taki amcazadelerinde de bunu görmedim; ama birçok Karaçi, Mıtrıb ve Seyyid olmayan aşiret fertlerinde ise perdeli ayaklara rastlamışım.
Şimdi, 40 yıllık bir Nurcu’nun gelip karar kıldığı noktayı varın siz kıyas ediniz! Ağlar mısınız, güler misiniz? Bunun adına sathilik mi diyelim, yoksa dibe vurmak mı diyelim? Her ne ise…
Seyyidlik meftunlarının Seyyidliğe dair geliştirdikleri bütün tez ve argümanlarının temelsizliğini ortaya koyan önceki yazılarımı referans göstererek, şimdilik bu konuya girmeyeceğim…
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.