SYKES-PİCOT, KASR-I ŞİRİN, KÜRDİSTAN VE IŞİD MİSYONU
Yavuz Delal
12 Ağustos 2014 Salı 18:56
Birinci Dünya Savaşının sonunda Bolşevik devrimi mimarı Lenin’in açıklamasıyla Mayıs 1916’da İngiltere ve Fransa arasında gizli bir anlaşmanın yapıldığı anlaşıldı.
Antlaşma ile şimdi adına Ortadoğu dediğimiz bölge biçimlendirmiş, Mayıs 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşmasına taammüden müdahale edilmiş ve aslı Kasr-ı Şirin Antlaşma sınırları olan Erdoğan’ın ve Öcalan’ın bahsini yaptığı misak-ı milli sınırları ortadan kaldırılmıştı.
Kasr-ı Şirin Antlaşması esas olarak Kürdistan’ı resmen parçalayan (ikiye bölen) ilk antlaşmadır. Bu itibarla Sykes-Picot’tan bahsedilirken Kasr-ı Şirin’den bahsedilmemesi tarihsel bir köksüzlüktür. Zira her ne kadar Sykes-Picot’la Osmanlı’nın ömrünü tamamlamış olsa da bu antlaşmayla da esas darbeyi Kürdistan yemiş ve Kürdistan resmi olarak bu kez dört parçaya bölünmüştür.
Çünkü Osmanlı 1833’teki Kütahya ve Hünkâr İskelesi Antlaşmalarıyla zaten emaneten varlığını sürdüren bir devletti. Osmanlı tabiri caizse Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar İngiltere, Fransa ve Rusya’nın çıkarları örtüşmediğinden bunlar tarafından yaşamasına izin verilmiş, yaklaşık seksen beş yıl bedava yaşamış bir devletti.
Tabi hiçbir bölünme Kürdistan adıyla söz konusu olmadı. Kasr-ı Şirin’le Kürdistansız bir harita çizilirken Sykes-Picot’la da aynı şey yapılmış Kürdistansız yeni bir harita çizilmiştir.
Sykes-Picot, Kasr-ı Şirin’i ortadan kaldırırken doğal olarak ortaya çıkan Kürdistan’ın bir bölümünü Osmanlı ve İran hegemonyasından alıp yeni kurulan Suriye ve Irak’ın hegemonyasına teslim etmiştir. Kasr-ı Şirin’le gasp edilip iki devletin mülkü haline getirilen Kürdistan, Sykes-Picot’la yeniden gasp edilerek başka bir iki devlet daha Kürdistan’ın başına musallat edilmiştir.
Sykes-Picot ve Kasr-ı Şirin arasındaki siyasal ve tarihsel ilintiyi tespit ettikten ve esas itibarıyla darbenin Kürdistan’a vurulduğunu söyledikten sonra, bu iki olgunun günümüzdeki serencamına dikkat çekmemiz gerekiyor!
Aşağıdaki tespitler yanlışta olabilir elbette ama gözlemlediğim gelişmeler bende böyle bir kanaat hasıl etti.
Birincisi, 1639’daki Kasr-ı Şirin’in 1916’daki Sykes-Picot’la iptal edilmiş bir antlaşma olması dolayısıyla halen cari olan antlaşma Sykes-Picot’tur.
İkincisi, esas itibarıyla Arap Baharı denilen sürecin değil de 1990’da Saddam’ın Kuveyt’i işgal etmesinin Irak’a müdahaleye dönüşmesi, 2011’de Suriye rejimine dönük ayaklanmanın iç savaşa dönüşmesi ve her iki olgunun AKP iktidarıyla Türkiye’yi misak-ı milli arzusuyla tetiklemesi, İran’ın bu arzuya direnmesi ve bütün bu süreçte büyük bir ihtimalle bu boyutuyla planda olmayan Kürdistan mücadelesinin ve daha da önemlisi bilincinin ivme kazanarak ilerlemesi Sykes-Picot’u sosyal akış ve siyasal süreç açısından ofsayda düşürmüş durumda.
Üçüncüsü, ofsayda düşen Sykes-Picot’un kaderinin ne olacağıdır. Hem hukuki hem de fiili olarak sosyal ve siyasal yaşamı zorlayan ve bundan dolayı da hem hukuki hem de fiili olarak kendi varlığı zorlanan ve anlamsızlaşan Sykes-Picot’un geleceğine dönük uluslararası ve bölgesel güçlerin bir karar vermesi gerekiyor.
Dördüncüsü, şu an fiilen çok zor durumda olan Sykes-Picot’u, yerine yeni bir siyasi anlaşma ihdas etmeden, devre dışı bırakmada zorluk bulunmasıdır. Çünkü Sykes-Picot’un işlevini yitirmesi bölgenin siyasal biçiminin fiilen Kasr-ı Şirin’e geri dönmesi anlamına gelmektedir. Şu aşamada yerine yenisi konmayan bu antlaşmanın bittiğine karar vermek önceki siyasal biçime geri dönüşü otomatik olarak başlatır ki işte İran ve Türkiye’nin bölge üzerindeki kavgasında bu geri dönüş belirsizliği bulunmaktadır.
Beşincisi, Sykes-Picot’un devamına dönük uluslararası güçlerin temel meyli, Suriye’deki gelişmeler ve Irak’ta ikame edilen Maliki Hükümetinin politik biçimsizliği yüzünden devamlılığa imkân vermiyor. Yeni denemeler elbette yapılacaktır ama hem Suriye’de hem Irak’ta artık görünen köy kılavuz istemiyor!
Beşincisi, eğer böyleyse uluslar arası güçlerin Sykes-Picot’un kaderiyle ilgili vereceği kararın nasıl ve kimlerle olacağına ilişkin bölgede taşları yerine oturtacak özel bir siyasetin uygulanması gerekmektedir. Çünkü burada Sykes-Picot’u zorlayan temel dinamik Kürdistan bilincinin tarihsel olarak zirve yapmış olmasıdır. Yani Kürdistansız bir yeni harita girişimi önceki iki antlaşmada olduğu gibi mümkün gözükmüyor. Bu imkânsızlığı Kürdistan dışındaki dünya güçlerinin politik çıkarlarına en uygun halde mümkün kılmanın yolları aranmaktadır.
Altıncısı, İran’ın, Türkiye’nin yeni Ortadoğu biçimlendirmesinde imkânlarının neler olabileceğini ve hassaten Kürdistan’ın ne kadar Kürdistan olabileceğini test etmek için Suriye ve özellikle Irak’ta taşları yerine oturtacak bir girişim gerekmektedir. İşte kanımca IŞİD burada devreye sokulmuştur. Ve fakat IŞİD projesi uluslar arası güçlerin bölgesel güçlerden habersiz yaptığı bir girişim değildir. Bana kalırsa IŞİD bölgeye, ne olur ne olmaz kabilinden joker veya yedek bir eylem planı olarak yerleşmesine müsaade edilmiş, bunlara ödül olarak da “halife devlet” sanrısının zevki verilmiştir.
Yedincisi, orta vadede IŞİD’le önce Maliki Hükümeti ve Şiiler üzerinden İran’ın yeni haritadaki yeri hakkında kanatın hasıl olması sağlanacak. Bunun için Musul Kasr-ı Şirinê uygun olarak İran etkisinden çıkarılacak, Bağdat ve Basra yine Kasr-ı Şirin’e uygun olarak yoklanacaktır. Kürdistan bilinci Osmanlı’nın varisi olduğunu deklere eden Türkiye’nin elini zorlaştırmaktadır ve fakat bu bilince yapacak fazla bir şeyde artık yoktur. Bu yüzden Türkiye misak-ı milli etkisini Kürdistan’la oluşturmanın yollarını arayacaktır. Bunun için de Türkiye politikasını Kürdistanlı güçlerle birliktelik üzerine kurmaya çalışacaktır.
Sekizincisi, bütün bu konjonktürün hem iç hem de dış politikasına yaptığı etkiyle Türkiye Kürtlerle içeride barış dışarıda işbirliği-ittifak sürecine girdi. Türkiye’nin Güney Kürdistan’la ekonomik ilişkilerinin uluslar arası güçlerden bağımsız olmaması gerektiğini, onların rızasını tam olarak almadan mesela petrol üzerinde inisiyatif geliştirilmesinin sıkıntılı olduğunu, Kürtlere de bağımsızlığın dibindeyken işlerin nasıl ters yüz edilebileceğini göstermek için IŞİD’i Hewler’in dibine kadar getirmiş ve Kürdistan’ın ne kadar Kürdistan olabileceği hakkında kendilerinin önemli etken olduklarını ifade etmişlerdir.
Maalesef Ezdiler; Batı kamu vicdanını harekete geçirmek, ABD dahil Batı müdahalesini meşrulaştırmak için uluslar arası güçler tarafından kurban seçilmiş ve IŞİD’in katliamları yankılanıncaya kadar müdahale için beklemişlerdir.
Kanımca Batılı güçler nezdinde IŞİD’e verilen misyon, Sykes-Picot Antlaşmasını en azından uzatmak ve eğer bu olmuyorsa Kasr-ı Şirin’in bir benzerini bir biçimde Kürdistan’ı da katarak yeniden biçimlendirmek için bölgenin siyasi ve sosyal sınırlarını ve yapısını harekete geçirip, bölgeyi alt üst edip tekrar oturmasını sağlayarak uluslar arası güçlerin çıkarlarına en uygun karara imkanı verecek bir süreci başlatmasıdır.
Öyle görünüyor ki Kürdistan güçleriyle Kürdistan kısa vadede çeşitli işbirlikleri içerisinde bulunacak, orta vadede tekrar iki parça dönemine dönecek ve nihayet uzun vade de tarihsel mücadelesi kalıcı bir biçim alacaktır. Ve bütün bunlar Ortadoğu dediğimiz bölgede yapısal bir değişimi inşa etmeyi gerekli kılmaktadır. Anladığım kadarıyla hem Kürdistan dâhil bölge güçlerinin hem dünya güçlerinin asıl sıkıntısı yapısal değişimde değil bu yapısal değişimde kimin payının ne kadar olacağındadır. IŞİD ise yalnızca kimin ne kadar pay sahibi olacağı konusunu belirginleştirmeyi sağlamak için uluslararası güçlerin devreye soktuğu veya devreye girmesine izin verdiği operasyonların başta gelenidir.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.