‘SU AKAR, MECRASINI BULUR’
Abdullah Can
10 Haziran 2015 Çarşamba 01:41
Hayat, ders ve sırlarla doludur. Hayatta, “ummak” ve “bulmak” diye bir realite vardır. Bu realite, dayatmayı değil, doğallığı öğütler. Dayatma, hayatın gerçekleriyle kavgaya tutuşmaktır; bu kavga, kavgacıların yenilgisiyle sonuçlanır. Hayat, kendini yaşattır; o yaşatılmayı sevmez. Onu dizayn edemezsiniz; dizayna kalkışmak, kadim kodlarına müdahale ve sistemasını bozmaktır. O, bozmaya gelmez; bozguncuları acımasızca öğütür, paçavraya dönüştürür. Bu yerleşik ve kadim sisteme İslâmî literatürde “Sünetullah” denilir. Sünetullah, Allah’ın “tebdil” ve “tağyiri” kabil olmayan programdır.
Kadîm program, yürürlüktedir; hükmünü icra etmektedir, “Hüküm ve hâkimiyet bendedir” demektedir. Şirk ve iştiraki reddetmektedir. “Kim olursan ol, benimle uyumlu olmak zorundasın” demektedir. Başarıyı, hükümlerine uymakta, ilkelerini uygulamakta göstermektedir. Hükümler, genel geçer olup, ilkeleri, şaşmaz ve şaşırtmaz özelliktedirler. Bunlar, kâinatın var olduğu günden, son bulacağı ana kadar sürüp-gitmektedirler; Sayısız kanun, kural ve sembolleriyle birlikte, harikulade bir uyumluluk içindedirler. “Kosmos” dediğimiz bu uyumluluk, ışıktan parmaklarıyla evrensel kardeşlik ve barışa işaret etmektedir; aksinin, “kaos” ve “kıyamet” olacağını salık vermektedir.
Evrensel düzen gibi, sosyal, siyasal ve kozmik düzenlerin mihveri de “Sünnetullah”la kaimdir. Kaosta ısrar edenler, düzensizliğin icracıları ve felaketlerin icatçılarıdırlar. Düzeni değil, çıkarlarını merkeze alanlar, insanlıktan çıkmış; fıtratları fesada uğramış kimselerdir. İnsaniyet ailesiyle bağlarını koparmış bu zümreler, “biz” yerine “ben”i ikame eden yeryüzü bozguncularıdırlar. Başta insan türü olmak üzere, kâinatla, bütün varlıklarla sıla-i rahmi olan insanın, kendini merkeze alması, “tuzun kokması” gibi bir anomalidir. Varlığı, varlıklar dünyasıyla kaim olan insanın, “sadece ben” ve “sadece benden olanlar” bencilliğiyle hareket etmesi, kâinat çapındaki “sıla-i rahim” köprüsünü yıktırmaktadır.
İnsanların kaderine hükmedenler, hükümranlık taslamamalıdırlar. Kader, “takdir” kökünden gelir. Takdir, karşılığı olmalı, yerini bulmalıdır. Bu, hukukun teslimi ve fıtratın mecrasını bulmasıyla tahakkuk eder. Hukuk ve fıtratın ihlal ve ihmale edildiği bir vasatta, takdirden, kadirşinaslıktan bahsedilemez. Takdir, insana ve insanî olana bakar. Beklenti, insanın, kimlik ve değerleriyle yaşamasıdır; yaşayabilmesidir. Bu talep, insanın olmazsa olmazlarındandır. Her yaşam, kendi tabii ortamında boy atar. Dar alana kıstırılan ve yaşam şartları yok edilen değerler, varlıklarını sürdüremez. Hayatta kalanlar ise, yaşam ünitesine bağlı yarı ölülerden farksızdırlar. Böyle bir yaşama da yaşam denilmez.
İşin bu noktasında, takdir edilip “tercih” edilenler, takdir etmesini ve sahiplenmesini bilmeliler. Kendilerini “emanetçi” bilenler, emanet sahipleriyle yaptıkları “sözleşme”ye sadık olmalılar. İnsanlarımız, takdirlerini tercihleriyle göstermiştir; gerisi, tercih edilenlerin takdirine kalmıştır. Ya ahitlerine sadakatle yükselecekler, ya da halk tercihi karşısında silineceklerdir. Aklı çelinse de kamunun vicdanı yanılmaz; uyanık olan umumi vicdan, takdirini yaptı mı, karşı durulmaz. Aldanır, ama aldatmaz. İğfal edilse de gaflete dalmaz. Belki şaşırtılır, ama yolunu kaybetmez; adres bulmakta zorlanmaz. Feri sönse de ferasetini kaybetmez. Anlayacağınız, su akar, mecrasını bulur.
Evet, temiz su içilir; kirlisiyle amel edilmez. Zorla içirtilse de, istifra ettirir. Zorla güzellik olmaz. Olmadığını, olamayacağını dün de gördük, bu günde. Zira kamunun vicdanı, fıtratın kendisidir; fıtrata muvafık olmayan hiçbir cereyan tutmaz, kök salmaz. Fıtratla savaşan, hile ve dolaplarla kendini dayatan her inanç ve ideoloji, her siyaset ve iktidar, fıtrattan (yaratılış yasalarından) ret cevabı alır; başarısızlığa mahkûm kalır. Bu değişmez ve değiştirilemez bir ilahî düsturdur. Er veya geç, mutlaka hükmünü icra edecektir. Nihayet, zaman ve zemini geldiğinde halk iradesine çarpan müstekbir saltanatların parçalanması, bunun bariz bir örneğidir.
Evet, muktedirler, “takdir” etmesini bilmelidirler. İktidar ve gücün cazibesine kapılmak illüzyonik bir tegafül halidir. Yerinde ve layıkınca kullanılan her güç, enerjidir, sinerjidir; üretir, geliştirir. İktidar ve istikbara tahvil edilen güç, kendisiyle beraber sahibini de zehirler ve tüketir; uhrevî vebali kadar, dünyasını da karartır. Afetli ve aldatıcı bir şöhretten sonra, fânilerden bir fani olarak maziye gömer. Böylelerin miras ise, ya mirasyedi yaramazların mel’abesi, veya baykuşların aşiyanesi olur. Adı gibi, adresleri de unutulur. Gün gelir, “Bir varmış, bir yokmuş”ların konusu olurlar. Bu noktada, dünya gibi, iktidarın da kendisi de yâr olmaz; bu günün iktidar sahipleri, yarının tarihi olabilirler. Çünkü bu bir “Sünnetullah”tır. Tarih, sünnetullahın kitabelerinden bir kitabesidir.
Her galibiyet gibi mağlubiyet de insanlığın imtihanı… Galiplerin iktidarı kadar, mağlupların hezimeti de tefekkür ve muhasebe anlarıdır. Yapılıyor mu? Çok az. Zira galipler zafer sarhoşluğuyla sermest olurlarken, mağluplar intikam sıtmasına yakalanıyorlar. Biri, galibiyeti zulme, azgınlığa, had ve hudut tanımazlığa tahvil ederken, diğeri, “Düşmanımın düşmanı dostumdur” mülahazasıyla, can damarını koparan, kanını içen en büyük düşmanlarını can-ciğer görür. Yani annesinin dostuna “baba” demeye başlar. İşte, meşruiyetin zail olup iki tarafın kaybettiği nokta… Ve işte “Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevketmesin”(Maide, 8) ayetinin tecellisi. Demek, galibiyet şükre, mağlubiyet muhasebeye sevk etmelidir; yoksa diş geçirenin de, diş bileyenin de bu pazarda kazancı yoktur.
Politikanın çirkin ve korkunç şekline bakınız ki: Kaybedenler, muhasebeye yerine, yenilgi psikozuna giriyorlar; kendilerini sığaya çekmek yerine, yansıtma psikolojisini işletiyorlar; günah keçisi arıyorlar. Kazanan taraflar ise, çiftetelliye durup düğün-dernek havasında kına yakıyorlar. Sonuç; yine alışılageldik mizansen. Evet, mizansen diyorum, çünkü alanlarda birbirini terzil ve tekfir edenler; belaltı ve bayağılık edebiyatını işletenler, terör ve düşman belleyenler, henüz meclis kürsülerine konmadan “ittifak” arayışlarına girdiler gibi. Belki de girdiriyorlar… Hatırlarsınız, merhumlardan biri, “Bizi desteklemeyen küfre destekçidir” demişti de sonra onlarla koalisyon yapmıştı ya, işte onun gibi bir garabet… Ne olursa olsun, “söz ile eylem arasında uyumluluk” en büyük erdemdir. “Yapmadıklarınızı niçin söylersiniz”(Saff, 2) ayeti, sadece Müslümanlara değil, her kese lazımdır.
Sonuç itibariyle: Her dört yılda bir zorlandığımız bir seçim vardır. Seçim, iradenin ibrazıdır; vicdanın imtihanıdır. İrade insandır, insan iradedir. İradesiz insan, insansız irade olmaz. Dört yılın muhasebesi, süreci iyi okumaktan geçer. İyi okuyanlar, isabet edenlerdir; okuyamayanlar sağa-sola savrulanlardır. Ben, toplumun süreci iyi okuduğuna kaniyim; o okuduğunu tatbik etmiştir. Kimse toplumu cehaletle, adanmışlıkla, ifsat olmakla suçlamasın. O, on ikiden vurmuştur; iradesini belirlerken, had bildirmeyi de öğretmiştir. Bu anlamda toplumun iradesi, iyi bir öğretmendir; aynı zamanda iyi bir murakıptır. Amel defterleri okunanlar, toplumdan puanlarını almışlardır; lütfen kimse toplumu cezalandırmaya kalkışmasın. Toplumdan silleyi yiyenler de okşananlar da muhasebeye durmalıdırlar.
Dört yıl içinde az-çok tercih kanaati belirlemiş insanlarımız, dört dakika zarfında tercihlerini ibraz etmişlerdir. Bu tercih, bir irade gösterisi olup neticesi herkesçe kabul görmek zorundadır. Anayasal çerçevede kurulmuş ve o temelde faaliyet gösteren her siyasî kanat meşrudur. Dolayısıyla meşruiyet zemininde meclise girmeye hak kazanan her eğilimin, o meşru zeminde temsil edilmesi gibi bir hakkı da olmalıdır. Birilerin tahakkümce bir üslupla, meclisin sahibi pozisyonunu alması, kutsallaştırdığı “milli irade”yi inkâr anlamına gelir; helvadan yaptıkları putlara tapıp acıktıklarında onları yiyenlerin içine düştüğü garabeti andırıyor. Demek, esas olan vaatlerimiz değil, hâlihazırda ne olduğumuz ve nelerle uğraştığımızdır.
Dileğimiz, sadece şahıs olarak bizlerin değil, kurumsal olarak da iyi bir imtihan vermemizdir. Gelenin gideni aratmadığı bir memleket hasretiyle, vesselam…
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.