STOCKHOLM SENDROMU OLARAK ATATÜRKÇÜLÜK
Hilal Kaplan
16 Kasım 2011 Çarşamba 00:13
Geçtiğimiz Pazar günü "başıma gelmese inanmazdım" diye tabir edilen türden bir hadise yaşadım. Ak Parti'nin bir ilçe teşkilatı gençlik kollarının düzenlediği bir panelde konuşmacıydım. Söz kaçınılmaz olarak yeni çıkan kitabım "Türkiye'nin 'Ölmeyen' Babası: Atatürkçü Gençliğin İmkânsız Yası"na geldi.
Kitapta da savunduğum gibi Atatürkçülüğün rızaya dayalı ortak bir konsensüs sonucu değil, baskı ve zorla her türden siyasî görüşe sahip kişinin eklemlenmek zorunda bırakıldığı bir egemenlik süreci olduğundan bahsettim. Mevcut anayasa ve kanunların bu baskının zâhirdeki dışavurumu olduğunu ifade ettim. Her görüşten insanın 'Atatürk' gösterenine eklemlenmesini sağlamanın bu gösterenin siyasal alanın merkezindeki konumunu canlı tutmaya sebep olduğunu anlattım. Bu yüzden Atatürkçülüğün bir ideolojiden ziyade, toplumu homojenleştirme amacına hizmet eden totaliter bir egemenlik süreci olduğu düşüncemi paylaştım. Ve bulunduğum mekân itibariyle "Mesela bazı Ak Partililer Atatürkçü olmasa bile söylemlerinde Atatürkçü olduklarını vurgulamak zorunda hissederler" diye bir örnek verdim.
Sen misin bazı Ak Parti'lilerin Atatürkçü olmadığını dillendiren! Mikrofonu alan başörtülü bir genç kadın "Biz de Atatürkçüyüz, biz böyle olduğumuzu kanıtlama savaşı veriyoruz. Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" diye çıkışmasın mı? Sonradan kendisinin öğretmen olduğunu ve mesleğini yasak dolayısıyla başını açarak yapmak zorunda kaldığını öğreneceğim bu genç kadın, "Siz bunun savaşını veriyor olabilirsiniz, saygı duyarım. Ancak ben de Atatürkçü değilim; olmadığımdan ötürü savaşınıza da ortak olmak durumunda değilim" minvalindeki sözlerimi müteakip beraberindeki birkaç kişiyle salonu terk etti.
Bu kadının, biraz da "Burası Atatürk Türkiyesi" söylemi sayesinde "ya sev ya terk et" bağlamında yapılan zulümler üzerinden kaç kuşaktır gadre uğratılmış bir geçmişin yükünü omuzlarında taşıdığını ve bu yükün ağırlığı sebebiyle bugün çıkış noktasını "En Atatürkçü benim" demekte aradığını görmek çok da zor değildi. Roland Barthes'ın sıklıkla anılan bir faşizm tanımı vardır. "Faşizm, konuşma yasağı değil, söyleme mecburiyetidir" diye tercüme edilir. Sanırım gerçekten öyle. "Atatürk diktatör müydü, değil miydi" tartışmasına gelmeden evvel günümüzde bu söyleme mecburiyeti sebebiyle yaşanan/ yaşatılan baskı ortamına odaklanmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Bugüne kadar "Stockholm sendromu" toplumsal seviyede hep Alevilerle bağdaştırıldı ama biraz da işin bu yönüne bakmakta fayda var sanırım. Zira anlaşılan hepimiz Atatürkçüyüz ve Stockholm sendromuyla malûlüz...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.