SOMA OLAYI VE BÖLÜNMÜŞLÜĞÜMÜZ
Erol Katırcıoğlu
20 Mayıs 2014 Salı 04:34
Yanlış anlamayalım. Bu ülkede siyasette gördüğümüz “bölünmüşlük”, ülke için farklı fikirleri olan ya da farklı sınıfsal çıkarları savunan partiler arasındaki bölünmüşlük değil, toplumun farklı “aidiyetler” arasında bölünmüşlüğüdür. Partiler ise yalnızca bu bölünmüşlük üzerinde yükselen yapılardır, o kadar! En son Soma olayı bir kere daha bu gerçeği gösterdi.
Dünyanın hangi ülkesi olursa olsun, bir olayda 301 insanın bir madende (ya da herhangi bir olayda) birden bire ölmesi o toplumda “birleştirici” bir rol oynar. Ölenleri tanımasak da, her şeyden önce bizler gibi insan olduklarından, dahası aynı toplumda yaşıyor olduğumuzdan, yaşadıkları acıyı kendimizin hisseder ve onlarla, onlar üzerinden tüm toplumla bir gönül bağı kurarız.
Peki ama Soma’nın acısı bu toplumda böyle bir etki yarattı mı? Tek kelimeyle “hayır”! Hatta tam aksine “bölücü” bir etki yarattı dersem yanlış mı olur? İslami kesimle, Cumhuriyetçi (yani laik) kesimin, Başbakan’ın tokadı, Başbakan’ın danışmanının attığı tekme, Bakanların konuşmaları, maden sahibinin arkasında kimin olduğu gibi konulardaki taban tabana zıt açıklamalar yapmaları bu toplumda “bölünmüşlüğü” göstermiyorsa neyi gösteriyor dersiniz? “Onlar müstahaktılar, çünkü AKP’ye oy verdiler”den, bu işin içinde “paralel var”a kadar inanılmaz açıklamalar Soma olayıyla toplumun “birleştiğine” değil bir kere daha “bölündüğüne” işaret etmiyor mu?
Türkiye toplumunun bölünmüşlüğü kuşkusuz yalnızca İslami kesim ile cumhuriyetçi kesim arasında değil. Bu bölünmüşlüğe bu kesimler arasında gidip-gelen Türk milliyetçilerini de eklemek gerek. Tabii bir de Kürtleri. Bu gruplar (kimlikler ya da aidiyetler) içinde yaşadığımız Türkiye toplumunun sosyolojik yapıları. Siyasi partiler de bu yapıların taleplerini taşıyan örgütleri. Kabaca da olsa bu böyle.
Ülkedeki siyasete böyle bir yerden baktığımızda görülür ki bizde, demokrasi ve de seçimler, tek tek bireylerin siyasi tercihlerinin bir ortalamasını değil, bu gruplar arasındaki güç ilişkilerini yansıtıyor. Sandığın, yani seçimlerin bu kimlikler arasında en güçlü olanın iktidarı anlamına geldiği ise bu durumun doğal sonucu.
Siyaset bilimciler diyor ki bir toplumda aralarında derin ayrılıkları olan toplumsal gruplar varsa, o toplumda demokrasi “güç paylaşımı” esasına göre olmalıdır. Çünkü sandık her zaman için hakim kimliğin iktidarı anlamına geleceğinden azınlıkta olanların talepleri siyasete yansımayacak ve bu nedenle de toplum bir türlü “normal” bir toplum olamayacak.
Siyaset bilimciler bunları söylerken biz bütün bu bölünmüşlük ortasında ne yapıyoruz? Hakim olan grubun iktidarını daha da pekiştirecek, etkili bir şey yapma imkanına sahip olmasalar da bir platform olarak parlamentoyu kullanabilen diğer kimlik gruplarının seslerini iyice kısacak bir “başkanlık sistemi” peşinde koşuyoruz. Bunun, Soma’nın da gösterdiği gibi “eski”ye ait ve “arkaik” bir arayış olduğu yeterince açık değil mi?
Kürtlere gelince. Onlar bu arkaik düzene isyan eden ve gerçek, katılımcı bir demokrasiyi arayan tek kimlik grubu gibi davrandılar. Kürt coğrafyasındaki meydanları doldurdular, başta madenciler olmak üzere tüm çalışanlarla, hatta bütün ezilenlerle dayanışma içinde olduklarını ifade ettiler, yürüyüşlerini yaptılar, taleplerini dile getirdiler. Yalnızca Kürtlerin değil, bütün Türkiyeli mağdur kesimlerin adına bunları yaptılar. Hayatlarını kaybeden 301 Somalı madencinin önünde saygıyla eğildiler. Hepimizin yapması gereken de bu değil miydi?
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.