25 Kasım 2024
  • İstanbul2°C
  • Diyarbakır6°C
  • Ankara-2°C
  • İzmir5°C
  • Berlin12°C

SİRANUŞ METODU: DIŞI KALAYLI İÇİ VAY VAY'LI!

Ece Temelkuran

06 Ekim 2010 Çarşamba 11:52

Michigan Üniversitesi'ndeki topluluğa, diyalogda "terminolojilerin ötesine" geçmeyi anlattım. Türkiye'de ulusal kimliğin inşasının bir parçası olarak içimize işleyen "öğretilmiş kayıtsızlık" dediğim şeyin ne olduğundan söz ettim. Tufts Üniversitesi'nde Ortadoğulu toplumlar için yeni bir uzlaşma dilinin yaratılması gerektiğini söyledim ve "humor"un altını çizdim. Ermenilerin ve Türklerin kimlik kuruluşunda zaman, tarih ve anayurt kavramlarının nasıl biçimlendiğini ayrıntılandırdım. Harvard Üniversitesi'ne gelince uzlaşma (reconciliation) meselesinin aslında kişinin kendi içinde başladığını anlattım. Türk ve Ermeni toplumlarının dertlerini üçüncü taraflara (Amerikalılara, Avrupalılara vesaire) anlatmaya başladığında yaşanan temsil krizinin örneklerini verdim. Bir "Türk"ün Ermenilerin hikâyesini Ermenilere anlatmasının yarattığı sıkıntıyı anlatırken "ontolojik emniyet" kavramının etrafında bir şeyler de söyledim. Yarı akademik topluluklara yapılan konuşmalardı hepsi.
Sonunda "Hrant Dink'in Arkadaşları" örgütünün davetlisi olarak "normal" insanlarla Boston Kütüphanesi'nde "Deep Mountain" (Ağrı'nın Derinliği) kitabını imzalamak için buluştuğumda hikâyelerin gücü üzerinde durdum. İnsanların birbirini "seçmesi" gerektiğini söyledim. "Birbirini seçmek, birbirinin hikâyesini dinleme rikkatine sahip olmaktır" dedim. Konuşmaların hepsi de çok iyi geçti. Kitabın Amerika'daki Ermeniler üzerinde yarattığı etkiyi görmek nasip oldu. Ama daha önemlisi Türkler ve Ermeniler sanırım pek nadir rastlanan bir konuşma deneyimi yaşadılar. Konuşmalara gelen "sert" Türkler ve "sert" Ermeniler, aldığım duyumlara göre, ilk kez, klasik yaklaşımlarının ötesine geçip başka türlü(!) konuşmaya başladılar. Ve sonunda yoruldum...

'ALLAH'A ŞÜKÜR!'
Kapıyı açtı. "Hoş gelmişsin kızım" dedi, "Nasılsın?" "Siz nasılsız?"
dedim ben de. Cevap verdi:
"Allah'a şükür. Seni gördük daha iyi olduk. Gel otur da biraz Türkçe konuşalım."
Siranuş, dostum Harry'nin eşi sevgili Helen'in (Hırıpsime) annesi. Siranuş, 90 yaşında. Yukarıda yazdığım gibi konuşuyor Türkçe'yi, "Allah'a şükür"lü. Yedi yaşındayken, 1927'de gitmiş Beyrut'a. Ömrü orada geçmiş sayılır ve son otuz yıldır Boston'da yaşıyor. Elimi bırakmıyor konuşurken. Son derece Türkçe olarak bakıyor gözümün içine. Evdeki herkes İngilizce konuşuyor. Peki ya o? İngilizce?
"Beyrut'tayken Arapça öğrendik mecbur. Pazara gidiyorsun. 'Bu kaça?' 'O ne kadar?' öğreniyorsun. Burada dil öğrenmeye gerek mi var? Git süpermarkete, ver parayı çık. Öğrenmedim İngilizce. Öğrenmem de."

'HRANT! AH!'
Yanına oturtuyor beni. Elimde Tuba Çandar'ın yazdığı "Hrant" kitabı var, alıyor elimden. Heceleyerek okuyor:
"Hr... Hr-ant!"
Hrant'ın "Su akar çatlağını bulur" demesine rağmen çatlağını bulamamış bu ihtiyar Ermeni, Hrant'ın adını okuyor Boston'da. "Ah!" diyor, başka da bir şey demiyor. Hrant'ın kapaktaki yanağını okşuyor.
Siranuş'un torununun oğlu Sebu 2.5 yaşında oyuncak "train" ile oynuyor ayaklarının dibinde. "Twinkle twinkle little star" diye bir İngilizce çocuk şarkısı söylüyor kendi kendine.
"Cennete gideceksiniz Siranuş" diyorum: "Torununuzun çocuğunu gördünüz!"

YASTIKLARA SELAM

Siranuş, torununun oğlu Sebu ile bir tek kelime Türkçe konuşamıyor. Kızı Helen anlatıyor onun hayatını. Kayseri'den nasıl ayrıldığını, Beyrut'a geldiğinde Burj Hamud'da, Ermeni mahallesinde nasıl sadece Ermenilerle yaşadığını ve yıllarca hepsinin sadece Türkçe konuştuğunu, sonra 60'larda tıpkı Türkiye'deki "Türkçe konuş çok konuş" kampanyası gibi orada da "Sana Türkçe konuşana Ermenice cevap ver" kampanyası yapıldığını... Derken günün birinde Arapça Beyrut'ta resmi dil olunca Arapça öğrendiğini ama sadece Türkçe konuşmak istediğini, Türkçe konuşmadığında konuşmaktan tat almadığını...
Geç oluyor. Siranuş kapıdan çıkarken Harry kırık Türkçe'siyle "Selam söyle" diyor, öylesine. Siranuş bana bakıyor, dalga geçer gibi Türkçe konuşamayan diğerleriyle:
"Kime? Yastıklara mı?"

'İŞTE BÖYLE MEHMET AĞA...'
Lüks apartmanın koridorundaki ışıklı "Exit" yazısına doğru topallaya topallaya yürüyor Siranuş. Bir kere bile sormuyor Harvard'da ne anlattığımı, Ermeni meselesiyle ilgili ne söylediğimi. Sadece Türkçe konuşmak istiyor. Her şeyi var burada. Bir eksiği yok, "Allah'a şükür". Helen o giderken bana dönüp Türkçe söylüyor:
"Böyleyiz işte. Dışı kalaylı, içi vay vaylı!"
Böylece Boston'daki Anadolulu Ermenilerden (Diaspora lafına içerliyorlar) Türkçe öğreniyorum. Helen omzuma koyuyor elini:
"İşte böyle Mehmet Ağa Fatma'nın hali!"
İşte böyle... Harvard'lar, oralar buralar derken, "dışım kalaylı" yani ve fakat sanırım daha uzun zaman ne akademia ne de ben "conflict resolution" (anlaşmazlık çözümü/uzlaşma) konusunda "Siranuş Metodu"na yaklaşamayacağımızı bildiğim için... Vay vay'lı yani. Vay vaaay'lı... Belki sonra anlatırım o vay vay'lı maceraları...

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.