23 Kasım 2024
  • İstanbul12°C
  • Diyarbakır15°C
  • Ankara15°C
  • İzmir20°C
  • Berlin1°C

SİNEMA

Ahmet Altan-

08 Kasım 2011 Salı 10:48

Sokak, gittikçe daralıp incelerek uzanıyordu, kaldırımların kenarlarına kalın damarlı kuru yapraklar birikmişti, dallarının ucunda turuncu renkli meyveleriyle bir portakal ağacı bir bahçede yapayalnız duruyordu, sabahın pembemsi küllü aydınlığı apartmanların arasından sokağa grileşerek sızıyor, bu tuhaf renk her şeyi gerçekliğinden koparıyordu.

Bir duvarın üstünde, oraya biri tarafından yerleştirilmişe benzeyen bir kedi hiç kımıldamadan duruyor, başını oynatmadan sadece gözleriyle beni izliyordu.

Bir an, bir elin sokağı daralan ucundan tutup çekerek her şeyi hızlı bir girdabın içine yuvarlayacağı duygusuna kapıldım, çok kısacık bir süre için kendi algılarım, tasavvurlarım ve tahayyüllerimle yarattığım dünyayla aramda bir kopukluk oldu, kendi gerçekliğim bir göz kararmasıyla ellerimin arasından kayıp gitti.

Aslında, sokağın ıssızlığından, sessizliğinden, her zaman sahip olduğu canlılıktan uzak durgunluğundan etkilenen bir yanımın, tahrikkâr bir oyunculukla bana bir hayal yarattığını, bununla eğlendiğini biliyordum ama bir yanımın yarattığı bu oyuna, diğer yanım, sanki bu bir oyun değilmiş, bunun bir oyun olduğunu bilmiyormuş gibi büyük bir arzuyla ayak uydurup, bu bir oyun değilmiş gibi algılıyordu.

Oyunu yaratıp gerçekleri bozan da, o oyunu gerçekmiş gibi kabul eden de bendim.

Hem gerçeğin ne olduğunu bilip, hem de gerçeğin başka bir şey olduğuna inanabilmek beni önce şaşırttı.

Sonra düşündüm.

Gerçekle nasıl bir ilişkimiz olduğunu.

Gerçek olmadığını bildiğimiz halde bir şeyi gerçekmiş gibi kabul edebilir miyiz?

Böyle sorulduğunda, marazi bir hastalığın kokusunu duyar gibi oluyor insan.

Ama sonra fark ettim ki değiştiremediğimiz asıl gerçeğin içinde “gerçek olmayan” küçük adacıklar yaratıp onlara inanma ihtiyacı, insanlığın en eski ve en önemli ihtiyaçlarından biri.

İnsan zihni, gerçekle oynamayı seviyor.

Gerçek olmadığını bildiklerini “gerçekmiş” gibi kabul edebilen büyük bir kabiliyete sahip.

Sanat da, gerçekle oynadığımız bu küçük oyundan doğuyor zaten, bu anlaşılmaz “oyunculuk” ihtiyacından doğuyor.

Sinemayı düşünün.

Bir salona giriyorsunuz, ışıklar sönüyor, karanlıkta önünüzde bir perde aydınlanıyor ve orada bir macera seyretmeye başlıyorsunuz, seyrettiğinizin gerçek olmadığını biliyorsunuz, bilinciniz bütün berraklığıyla o “filmin” sadece bir oyun olduğunun farkında.

Ama o aynı “berrak bilinç” bir anda “gerçek olmadığını” bildiği bütün o görüntülerin gerçek olduğuna inanıyor, seyrettiklerine katılıyor, seyrettikleriyle birlikte duyguları değişiyor, aşkı, özlemi, acıyı, hiddeti hissediyor.

O anda hissettiklerinizin hepsi gerçek.

O “gerçek” duyguları yaratan perdedeki bütün görüntüler de sahte.

Seyrettiklerinizin gerçek olmadığını bildiğiniz halde nasıl gerçek bir şekilde etkileniyor ve gerçek duygularla gülüyor, ağlıyor, öfkeleniyorsunuz?

Bu, binlerce yıldan beri böyle.

Ta eski Yunan’dan bu yana insanlar “oyunlar” yazıp oynuyorlar, seyirciler gidip seyrediyorlar, seyrettiklerinin gerçek olmadığını bilmelerine rağmen buna inanıyor ve gerçek duygulara kapılıyorlar.

Niye insan gerçekle “oynama” arzusuna sahip?

Gerçek olmadığını bildiği “oyunları” nasıl gerçekmiş kabul ediyor?

Ve nasıl aynı anda hem gerçek olmadığını bilip hem de gerçekmiş gibi kabul edebiliyor ve bu iki durumun da farkında oluyor?

Gerçekten gerçek olmayana, gerçek olmayandan gerçeğe çok rahat, hiçbir huzursuzluk duymadan geçebiliyoruz, bu “geçişlerimiz” sırasında gerçekle ilişkimiz bozulmuyor, zihnimiz gerçeklik algısını hiç kaybetmiyor ama bu algıyı kısa bir süreliğine “değiştirebiliyor”, gerçekliğin büyük kıtasından gerçek olmayanın küçük adasına sıçrayıp geri dönebiliyor.

Üstelik, gerçek olmadan gerçeği taklit eden bu filmleri, oyunları izlemek ya da gerçek olmayan bir “romanı” okumak, bizim kendi sahici gerçeğimizi daha iyi, daha derinden, daha kuvvetli algılamamızı, o gerçekliği daha iyi kavramamızı sağlıyor.

Gerçeği daha iyi anlayabilmek için onun taklitlerine ihtiyaç duyuyoruz.

O devasa, büyük, uçsuz bucaksız gerçeği kucaklamakta zorlanan zihnimiz, onun küçük taklitlerini çok rahat kucaklayıp kavrıyor, büyük gerçekler karşısında olduğundan daha “gerçek” duygular hissedebiliyor, büyük bir felaketi, büyük bir katliamı, büyük bir haksızlığı duyduğunda ya da gördüğünde pek fazla sarsılmayan duyguları, bunun küçük ve gerçek olmayan taklidini gördüğünde gerçeği daha iyi hissediyor.

Sanırım, gerçeği daha iyi anlayabilmemiz için onun küçük ve gerçek olmayan taklitlerine ihtiyaç duyuyoruz.

Onun için gerçekle oynuyoruz, gerçekle oynamaya ihtiyaç duyuyoruz.

Zihnimiz kendinden emin olarak, büyük bir güvenle gerçekle gerçek olmayan arsında geziniyor, bu gezintiyi arzuluyor, bu olmadığında eksikliğini hissediyor.

Siz ona bu oyunu vermezseniz, o oyununu kendi yaratıyor, alıyor sizi kısacık bir anlığına bile olsa bir girdabın içine sokup çıkartıyor.

Yeniden başımı kaldırıp sokağa baktığımda, her şey yerli yerindeydi.

Kedi yoktu yalnızca.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.