SIĞIRCIKLAR
Ahmet Altan-
03 Kasım 2012 Cumartesi 06:22
Bizim Gönül’ün başının derdi bu sığırcıklar.
Sanki bale yapar gibi toplu hâlde bir yandan bir yana yumuşak kavisler çizerek uçuyor, neşeyle ötüşüyor ve bizim pencerelerle pencere pervazlarını mahvediyorlar.
Gönül her yıl, “gene geldiler” diyor.
Ben ikinci cümleyi bekliyorum.
“Ne yapacağız” diye soruyor.
Ben de iki elimi iki yana açıp başımı yana eğiyorum, “yapacak bir şey yok” manasında.
Kavgaya tutuştuklarında bir kartalı bile yenebilen bu minicik neşeli kuşların, Gönül’ün sildiği pencereleri perişan etmesini nasıl önleyeceğimizi bilmiyorum.
“Sığırcık sorunu” bence Kürt sorunundan daha karmaşık, bunu çözebilecek hiçbir “açılım” yok, olsa yapacağım bir “sığırcık açılımı” ama yok işte.
Gönül söylene söylene pencereleri silecek, onlar da gelip alay eder gibi yeniden kirletecek.
Her yıl bu mevsim bu büyük “trajedi” yaşanacak.
İşin fenası, Gönül’e söyleyemiyorum ama ben sığırcıkları tutuyorum, onların ağaçların üstünde bale yapmasını, ötüşleriyle sabahın aydınlığını, akşamın alacasını şenlendirmelerini seviyorum.
Böyle küçük eğlencelerim var.
Yorgun bir köpeğin kuyruğunu çekip kaçan kargalara bakmak da eğlendiriyor beni, aslında köpeğin kuyruğuna musallat olmalarının hiçbir açıklaması yok, sadece benim onları seyrederek eğlenmem gibi kargalar da köpeği kızdırarak eğleniyorlar.
Ben kargalara bakarken dar bir sokakta trafik sıkıştı sabahleyin.
Eski bir bahçe kapısının önünde durmak zorunda kaldım, sadece bahçe kapısını, bahçe kapısının parmaklıkları arkasında uzanıp giden çakıllı yolu, yolun iki yanındaki yaprakları sarı yeşil menevişli sonbahar ağaçlarını, çakıllı yola dökülmüş yaprakları ve ağaçların altındaki otları vahşileşmiş bir toprak parçasını görebiliyordum.
Bahçeden muhteşem bir koku geliyordu.
Aslında tek bir koku değildi duyduğum.
Çocukluğumdan beri bildiğim ama adının ne olduğunu bir türlü çıkaramadığım bir kokular senfonisiydi.
Lüstrumların, yabani otların, dalından düşmüş ama henüz bütün yeşilliğini kaybetmemiş yaprakların, dallarında duran meyvelerle, dökülüp çürümeye başlamış meyvelerin, nemli toprağın ve gökyüzünün kokularının birbirine karışmasından oluşan, epeyce yabani, serkeş, ışığı değil gölgeyi anımsatan, insanın içine işleyen mayhoş ve serin bir koku.
Bütün pencerelerini açtım arabanın.
Bu koku, çocukluğumun en unutulmaz kokularından biri.
Yalnızca eski bahçelerde kalmış, yakında kaybolacak endişesi yaratan çocukluk kokusu.
Proust için “çaya daldırılan bisküvi kokusu” ne ise benim için de bu isimsiz koku o.
Beni her zaman olduğum yerden alıp geçmişe, kaybolmuş olana, geri gelmeyecek olana götüren esrarengiz kılavuz, bir anda yılların üstünden uçurup “yitik zamanların” arasına taşıyor beni.
Köşkün arka tarafındaki ahşap ve kuru kaysı kokan, geniş yataklarının üstünden cibinliklerin sarktığı odalarda okuduğum Arsen Lüpen’lere, Sarı Odanın Esrarı’na, yazarını hâlâ bilmediğim ama içimi titreten Çok Genç ve Güzeldi’ye koku sarmaşıklarından yapılmış görünmez bir köprüden geçiyorum.
İnsan geçmişe nasıl çabuk dönebiliyor.
Yeniden hareket ettiğimizde köşkün merdivenlerinden telaşlı adımlarla çıkan babaannemin sesi, eteklerinin hışırtısı, nedense hep kabak kalyesi ve dereotu kokusuyla hatırladığım mutfağa girişi, bir yere yetişecekmiş gibi verdiği aceleci talimatları da bir süre benimle geldi.
O “yaşlı” kadın benim bugünkü yaşımdan daha gençti o zamanlar.
Sığırcıkların uçuşu gibi beni eğlendiren bir gerçek bu.
Salonun bir köşesindeki kenarları sarı pirinç kakmalı büyük mermer masanın ortasında duran gümüş meyvelikteki sabundan yapılmış rengârenk meyveler.
Üç dört yaşlarındayken bir iki kez gidip ısırmıştım.
Sabunun tadını sevmediğimi söylemeliyim.
Köşkün bahçesindeki meyvelere ise bayılırdım, nedense en çok sevdiklerim gençliğini çabuk tüketen o yaşlı muşmulalarla dişlerimi kamaştıran çakal erikleriydi.
Bodur ağaçlı vişneleri de severdim.
Dut toplamak, kayısı ağaçlarına tırmanmak, şeftalileri olmadan yemek de çocukluğumun büyük maceraları arasındaydı.
Nasıl bir ülkede yaşadığımı, nasıl bir ülkede yaşayacağımı bilmezdim.
Gerçekler bana yabancıydı.
Hayallerle doluydu çocukluğum, bazı yaz öğleden sonraları onlar benim uyuduğumu sanırken köşkten kaçar sıcak ve ıssız yollarda hayaller kurarak yürürdüm.
Guguk kuşları öterdi.
Niye bilmiyorum onlar hep öğleden sonra öterlerdi.
Sonra kayboldular, artık guguk kuşları yok.
Köşkün hemen önündeki “göbekte” güller, şebboylar, zambaklar vardı, onlar bu civarda hâlâ varlar, zakkumlar kayboldular.
Sığırcıklar hâlâ ağaçların üstünde dalgacı reveranslarıyla kayarak uçuyorlar.
Sıradan olaylar beni mutlu etmeye yetiyor, basit bir ihtiyarın kendince basit mutlulukları bunlar.
“Kendimce” olmayan büyük mutsuzlukların arasında, bulutlu bir gökyüzündeki bir bulut aralığından görünen güneş gibi küçük ve sevinçli ışık serpintileri.
O sevinçli ışıkla oyalanıyorum bazen.
Yorulan ruhumu biraz dinlendiriyorum.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.