ŞİDDET VE SEKÜLERLEŞME
Etyen Mahçupyan
12 Ağustos 2012 Pazar 07:14
Batı dünyasının diline sinmiş en basmakalıp klişelerden biri 'İslami şiddet' sözcüğü. Kastedilen şey, bazı Müslümanların İslamiyet üzerinden şiddeti öne çıkaran bir eylem programı yürütmeleri. Yani kavram esas olarak bir siyasi stratejiyi temel alıyor ve bunun belirli bir altkümesini vurgulamak üzere de önüne bir sıfat ekliyor.
Böyle bakıldığında dini, ulusal veya bölgesel birçok sıfatın mümkün olabileceğini öngörebiliriz. Ne var ki 'İslami şiddet' terimi bir kez ortaya çıktığı andan itibaren 'bir tür' şiddet olma vasfını kaybederek neredeyse jenerik bir tanımlama haline geldi. Diğer bir deyişle 'İslami' sözcüğüyle 'şiddet' sözcüğü birleşerek farkı bir bütünselliği ima etmeye başladı. Sanki Batı dünyası uzun zamandır bir türlü tanımlayamadığı şiddet unsurunu 'İslami' sıfatı sayesinde bir çıpaya bağlamış ve anlaşılır kılmıştı. Bu yüzeysel tavrın oryantalizmin küresel dünyadaki yeni görüntülerinden biri olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Çünkü Batı dünyasının en azından şu gerçeği görmediğini söylemek mümkün değil: İslami bir anlayışa dayanarak şiddet uygulayanlar olsa bile, İslami dünyanın çok büyük kesimi bu tür bir yaklaşımın dışında durmakta. Dolayısıyla Müslümanların şiddete olan yaklaşımlarının en azından monolitik olmadığı açık. Bu durumda acaba şiddet üzerinden siyaset arayışlarına 'İslami' demek ne kadar doğrudur? Acaba şiddete meyleden Müslümanların bu tavrının gerçek nedeni dindarlıkları mıdır, yoksa başka unsurlar mı? Daha da ötesi, şiddet kullanıcıların Müslüman olması ve İslami bir dil kullanmaları, yaptıkları eylemi 'İslami' kılar mı?
Bu tür sualler sorulmuyor, çünkü insanlar yaşadıklarının nedeni olarak basit ve anlaşılır yanıtlar arıyorlar ve bunların her şeyi açıklayabilen kategorik yanıtlar olmasıyla da rahatlıyorlar. Asıl yadırgatıcı olan İslami coğrafyada da bu soruların pek sorulmaması ve onun yerine Batı'nın kötü niyetine gönderme yapan bir hamasete sığınılması. Aksi halde şu an İslami kesimde küresel anlamda safları belirginleşmiş bir tartışma izliyor olmalıydık ve örneğin Kürtlerin PKK'ya söylemesi gereken türden cümleleri birçok Müslüman'ın ağzından İslamcı şiddet hareketlerine karşı duymalıydık. Oysa bu çıkışlar bireysel kalıyor ve çoğu zaman da epeyce utangaç bir tavır içinde ifade ediliyor. Anlaşılan kimliksel bağ epeyce belirleyici oluyor ve genelde Müslümanlar, tasvip etmeseler bile, diğer Müslümanların eylemlerini eleştirmekten kaçınıyor, bu tutumun kendi kimliklerine halel getireceğini düşünüyorlar.
Oysa bu özeleştiri eksiği Batı'daki klişelerin yerleşmesine hizmet ederek, onları sanki 'gerçek' kılıyor. Bu nedenle İslami duyarlılığı önplanda olan insanların, önlerinde duran meseleden kaçmamaları gerekiyor: Şiddeti de aşan bir biçimde, İslamiyet ile siyaset arasındaki ilişkinin irdelenmesi ve sekülerleşmenin bu bağlama oturtulması meselesi bu... Çünkü şiddet dini bir zemin üzerinde ele alındığında bile, her zaman bir tür sekülerleşmeyi ifade eder. Bu tespit din savaşları için de geçerlidir, çünkü meşruiyetini dinden alsa bile şiddet uygulamanın kendi mantığı, sınırları ve güç üretme kapasitesi vardır ve bunlar doğal olarak dini çerçevenin dışına taşarlar. Bir noktadan sonra dini kaygıların mı şiddeti, yoksa şiddetin yarattığı gücün mü dini yönettiğini ayırmak mümkün olmaz. Sonuç ise her zaman dinin 'bozulması' olarak yaşanır...
Öte yandan şiddet zaten siyasetin reddi, gücün sözü ikame etmesidir... Buradan hareketle İslami kesimin, siyasetin de bir başka tür sekülerleşmeye karşılık geldiğini içselleştirmesi gerekiyor. Nitekim Türkiye'nin üzerinde yürümekte olduğu yol da bu yönde. Yani insanlar toplumsal ve kültürel olarak sekülerleştikleri için siyaseti anlamlı bulurken, siyasetin içine girdikçe de sekülerleşiyorlar. Bu sekülerleşme kendine benzemeyenlerle konuşma, çalışma ve birlikte bir dünya hayal etmeyi ima ediyor. Bu süreç ve söz konusu hayal ise hiçbir tek inancın hakimiyeti altına sokulamayacak kadar geniş. Diğer bir deyişle sekülerleşmeyen, yani inancı ile siyaseti arasına mesafe koyamayan hiçbir dindarın bu topluma 'siyaseten' söyleyebileceği bir şey yok. Bu kişiler olsa olsa giderek daralacak olan bir cemaatin 'aydınları' olarak kalırlar.
Kısacası siyaset ile sekülerleşme arasında iki yönlü bir ilişki var, ama bunun hangi uçtan başladığı son derece önemli. Siyaset yapmayı hedef almak, sekülerleşmeyi kerhen üstlenilen bir kisve haline getirdiği ölçüde, la-dini ortak bir ahlak alanı üretme imkanını da ortadan kaldırıyor. Bu çizgiye girenlerin şiddeti araçsallaştırmaları şaşırtıcı olmadığı gibi, sanki sekülerleşmeye tepki olarak bu şiddeti 'İslami' kılıfla sunmaları çok öğretici... Buna karşılık doğal sekülerleşme süreçleri içerisinde kendi dindarlıklarını yeniden şekillendiren Müslümanların, siyasete girmelerinin çok hayırlı bir gelişme olduğuna kuşku yok. Çünkü açıktır ki geleceğin Türkiye'sinin ne Müslümanları dışlayarak, ne de İslami kalıplar içinde sıkıştırılarak oluşturulması mümkün değil.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.