25 Kasım 2024
  • İstanbul3°C
  • Diyarbakır5°C
  • Ankara-2°C
  • İzmir5°C
  • Berlin11°C

ŞEHRİ GÖRDÜM AÇTI VE ÜŞÜYORDU…

Fatma Barbarosoğlu

30 Aralık 2009 Çarşamba 10:23

Birkaç gündür içimde gezdirdiğim bir boşluğu, harflerin gövdesine yüklemeye çalışacağım. Başaramazsam affedin.

O sabah saat 06.30'da konsolosluktaki randevuma yetişmek için evden erkenden çıktım. Bazıları bu kadar erken randevu verildiği için söylenir. Ben şükrettim. Çünkü yollar boştu. Şehir hala yarı uykulu bakıyordu yağmura hazırlanan güne.

Köprüden geçerken bir resmin içinden geçtiğimi düşündüm.

Resim. Donmuş bir resim gibiydi İstanbul. Kıpırtısız. Bir fırça darbesini bile kaldıramayacak muhkemlikte.

Çok uzun bir süredir bu kadar erken “görebilme” imkânım olmamıştı şehri. Görebilmeyi tırnak içine aldım. Çünkü görmek için insanın algılarının açık olması gerekiyor. Duygusal zekâsının uykuda olmaması. Hisseden bir kalbi terk etmemiş olması. Gerekiyor. Bütün bunlara aynı anda sahip olamıyoruz, adına “modern” dediğimiz, hız ve hazzın pelteleştirdiği hayatlarımızda.

Konsoloslukta işim bitti. Saat 8.20.Ağabeyim ile bir gün öncesinden randevulaştığımız için onun bürosuna doğru yürüyorum. Beyoğlu'nu böyle görmeyeli yıllar var. İstiklal caddesi neredeyse insansız. Mağazaların kepenkleri henüz açılmamış. Sadece pide-börekçi solanları, lokantalar açık. Ne kadar çok yiyecek içecek olduğunu bilmeniz için aç ve üşümüş olmanız gerekiyor. Dört bir yan yiyecek. Her biri birbirinden cazip. Ve ne acıdır ki, sabahın o saatinde, istiklal Caddesi'nde uykusunu erken almış birkaç turist ile ayakkabılarının altı kağıt kadar ince işçiler, bir lokma ekmeği ağzına atmadan çıkmış beti benzi solmuş insanlar var.

Börekçi vitrinin önünde oyalanıyorum bir müddet. Alacak param, bu böreği yiyebilecek kadar sıhhatim var. Hangi fotoğrafın nerede geleceği nerede insanı esir edeceği bilinmez. O anda,börekçi dükkanın önünde, birkaç gün önce şık raflarda, reyonlarda değil her ürünün kendi kutusunun içinde pazarlandığı o marketlerden birinde, ekmek dolabında gördüğüm o ekmek, çiçek ekmek geliyor gözümün önüne.

Çiçek ekmeğin iki lokması koparılmış. İçim cız ediyor. Ekmek alamayacak kadar aç birinin o iki lokmayı kopardığını düşünerek darmadağın oluyorum.

Sonra, o anın kasadaki kız tarafından kameralar yardımıyla görülüşünü hayal ediyorum. Kimseye göstermeden ekmeyi acele tarafından yemeğe çalışan iki arkadaştı belki. Ya da ekmeğin bir parçasını acelece ağzına atıp çiğnemeden kendisinden alaka bekleyen midesine gönderip, diğer parçasını cebine saklayıp giden biri.

Biri işte. Biri.

Sizin benim gibi biri.

Bir çocuk. Bir kadın. Bir adam. Biri işte Adem oğlu adem kızı biri.

Bizden biri. Kardeşimiz.

Ancak yabancılarla çatışınca “İslami kimliğimiz geliyor ya aklımıza. Karikatür krizinde. Başörtülü bir kadını öldüren cani Alman vatandaşın kimliğinde. Minare referandumunda.

Sonra… Sonrası yok.

İsmail Güneş'in bir filmi vardı. Hatırlar mısınız? Beşinci Boyut. Ben hiç unutmadım. Kanal 7de seyretmiştim.(Ah kanal 7 bir zamanlar ne güzel kanalımızdın. Ne kadar estetik ne kadar zarif ne kadar donanımlı. Parasız başarmanın yeriydin. Şimdi?)

Bir Cuma vaazında komşusu aç iken tok yatan bizden değildir hadis-i şerifini duyunca, yani kalbiyle duyunca, bir tas çorbasını apartman görevlisi olarak çalıştığı dairelerle paylaşmaya çalışan, her paylaşma teşebbüsü bir hakaret ile neticelenen kapıcı Musa'nın hikâyesi.

Taş kesilmiştim seyrederken taş.

Börekçinin vitrininde donup kalıyorum. Aldığım börek sabahın o saatinde ne kadar güzel kokacak. Kokunun aç insanlardaki bedeline gönlüm razı olmuyor.

Hızla düşen kan şekerimi yatıştırmak için, cebimden bir hurma çıkarıp ağzıma atıyorum. İstiklal caddesini o tek hurma ile geçiyorum. Tek bir hurma beni düşmekten koruyor. Başımın dönmesi duruyor.

O tek hurmayı bulamayan ne kadar çok insan var.

II-

Biriktirdiğimiz kelimelerle ne zaman fakirler için cümleler kuracağız? Köşe yazarları, sanatçılar ne zaman hatırlayacak yoksulları!

Yılmaz Erdoğan'ı kalbimizin içinde oturtan bu işte. O yoksulların hikayesini hepimizin kılıyor.

Hızın ve hazzın içinde tükenen insanlığınızla başınız dertte ise, Rıza'nın yaşadıklarına beyaz perde üzerinden tanık olmaktan korkmayın.

Sular giysilerimizi, gözyaşları kalbimizi temizler.

Eskiden sadece ağlamak için sinema seyrederdik. Sonra sadece gülmek için sinemaya gitmeye başladı gençler.

Hüzne karşı bağışıklık sistemi sıfır bir kuşak geliyor.

Oysa hüzün şiddeti engelleyen ana damar.

“Neşeli Hayatlar”ı ille de çocukların ve gençlerin seyretmesi gerekiyor.

Grip aşısından daha hayati bir öneme sahip çocuklarımıza hüzün aşısı yaptırabilmek. Ne diyordu Şair “melali anlamayan nesle aşina değiliz.”.

Gördük ve anladık ki “melali anlamayan nesil”, kendinden başka kimseye aşina değil.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.