SAVAŞ TAMTAMLARI ARASINDA-3
Hilal Kaplan
14 Ağustos 2011 Pazar 10:22
Türklerle Kürtlerin kardeş olduğu sıklıkla söylenir. Din kardeşliği zemininde kurulan bu söyleme canı gönülden katılıyorum. Ancak Kürtlere gerçekten kardeşimiz muamelesi yapıyor muyuz, emin değilim.
Kardeşlik hukuku, her yönden bir tür eşitliği ima eder. Hayatı, hakları, haksızlıkları, görev ve sorumlulukları "kardeş payı" etmeyi gerektirir. Ancak nedense kardeşliğimizin altını sık sık çizen medya düzeninde bu kardeşlik hukukunun izlerini bulmak biraz zor. Örneğin bir cinayette failin PKK olduğundan emin olunduğunda, haklı olarak o haber manşete çekilir, mazlumların hayat hikâyeleri ana haber bültenlerinde yer alır. Ancak bir kardeşimiz devlet görevlileri eliyle mazlum edildiğinde o haberi manşette değil, ilk sayfada görmek bile mucize sayılır. Ve genelde haberin içeriği ya "kim vurduya gitti" minvalindedir ya da aksi yönde bir sürü delil olsa bile "PKK yaptı"ya bağlanır. Örneğin geçtiğimiz günlerde bir hafta içinde üç Kürt genci öldürüldü. Kimisi abisiyle beraber düğünden evine dönüyordu, kimisi evinin önünde duruyordu. Birinde failin jandarma olduğu kesin, diğerinde sivil polisler şüpheli konumunda. Peki, içinizde bu gençlerden birisinin bile adını bilen var mı? Bilmiyor olmamız kardeşlik hukukumuza revâ mıdır? Zalimin mesleğine, mazlumun kimliğine bakana Müslüman denir mi?
Kürt meselesinin bu kadar içinden çıkılması zor hale gelmesinin en büyük sebeplerinden biri, medyanın devletin (veya örgütün) kanatları altında yer almayı hakikatin yanında yer almaya sıklıkla tercih etmesi sebebiyledir. Savaşı mümkün kılan biraz da devlet (veya örgüt) için ölmeyi ve öldürmeyi tek çare olarak sunan medya düzenidir.
İçinden geçtiğimiz şiddet sarmalı sebebiyle bu satırları yazma ihtiyacı duyuyorum. Zira örgütün savaşa davet eden stratejisi sebebiyle devlet de açılım politikasında yöntem değişikliğine giderek topyekûn bir savaşa gireceği izlenimini veriyor. Devletin içinde bulunduğu uluslararası konjonktür sebebiyle 1990'lardaki yöntemleri benimsemesi mümkün değilse de, zihniyet olarak dahi o döneme dönülmesi karşılıklı çekilecek büyük acılar anlamına geliyor. Ve bu 'günâh'ta 'Türk medyası'nın da payı yok değil.
Medya, devlete 'kara çalabilecek' her tür haberi hasıraltı etti, görevlileri sorumluluk almaya ve daha şeffaf davranmaya çağırmadı. Açılım sürecinin en büyük fiyaskosu olan KCK davasını ayakta alkışlayarak karşıladı ama ne delil yetersizliğini ne de iddianamedeki çelişkileri ("Yargıya müdahale" diyenler Ergenekon'dan futbolda şikeye kadar yapılan haberlere bakabilirler) haberlerine yansıtmadı. Sanırım memlekete dair en büyük hayali beş milyon insanı alacak büyüklükte hapishaneler inşa edip, mezarlıklar yaptırmak olan gazeteciler çözüm önerisi olarak "PKK sempatizanıysa öldürülebilir, hapse atılabilir, vb."den öte gidemedi.
Şimdilerdeyse "Ölmeye ölmeye ölmeye geldik" diye haykıran taraftarlar gibi destekliyorlar bu politika değişimini; ölecek olanın kendileri olmadığını bile bile... En güler yüzlü ve halim bildiğimiz kalemler bile açılım politikasının yön değiştirmesini heyecan içerisinde "Dost da düşman da savaş görsün" coşkusuyla karşılayabiliyor. Bu ruh halinden ürküyorum çünkü geleceğin neler getirebileceğini, geçmişten çok iyi biliyorum: Daha çok hasıraltı, daha çok mahpus, daha çok ölüm, daha çok yas...
Bu satırları yazdığım sırada önce 14 BDP'linin KCK davası kapsamında tutuklandığını, sonra da PKK'nın iki vatandaşımızı daha kaçırdığını öğreniyorum. Hem devletin hem de PKK'nın bir arada yaşama umudumuzu örselemelerinden çok yorulduğumu hissedip Allah'a sığınıyorum.
Yine de yukarıda bahsettiğim 'günâh'lara ortak olmak istemediğim için hem devlete hem de PKK'ya şunu sormak mecburiyetindeyim: Kan dökmekten bir çözüm sadır olsaydı, 30 yılda olurdu. Hâlâ akletmez misiniz?
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.