SAVAŞ RÜZGÂRLARI
Ahmet Altan-
11 Nisan 2012 Çarşamba 07:00
Suriye’yle savaş geldi kapıya dayandı.
Biz kendi özgür irademizle mi savaşa doğru yürüyoruz yoksa olaylar mı bizi savaşa doğru sürüklüyor, bunu tam kestiremiyorum doğrusu.
Ama Kofi Annan’ın “iki günlük” mühlet vermesi, Başbakan Erdoğan’ın “oraya geliriz” demesi, Suriye’den atılan kurşunların bizim sınırın içindeki insanlara değmesi, savaş ihtimalini saat be saat güçlendiriyor.
Beşşar Esed eğer pozisyonunu değiştirmez ve ölümleri durdurmazsa galiba savaş patlayacak.
Bugün bütün dünya “tek bir ekonomik sisteme” sahip.
Komünist Çin’den kapitalist Amerika’ya kadar bütün ülkeler aynı ekonomik sistemin içerisinde, aynı sistemin kurallarına göre hareket ediyor.
Bütün dünya “tek bir pazar” halinde.
Herkes malını orada satıyor, herkes malını oradan alıyor.
Ekonomi böyle bütünleştiğinde, “idari yapıların” da bütünleşmesi kaçınılmazdır.
Hiç kimse bu sistemi tek başına bozacak bir yöntem izleyemez.
İzlemeye kalktığında mutlaka bir belayla karşılaşır.
Diktatörlerin teker teker devrilmesi, onların “eski zamanlarda” kalmasından kaynaklanıyor, bütünleşen dünyada kendilerine yer olmadığını kavrayamıyorlar.
Onların körlüğünü de insanlar canlarıyla ödüyorlar.
Suriye, değişimiyle bütün bölgeyi etkileyebilecek bir ülke.
En büyük korku da Suriye’den başlayan bir “mezhep savaşının” bütün Ortadoğu’ya yayılması.
Bir “Sünni-Şii” çatışmasının patlak vermesi.
Peki, bu önlenebilir mi?
Ortadoğu, “yapay” bir idari yapıya sahip.
Bir tür “dondurucuda tutulmuş” paket gibi.
Özellikle Soğuk Savaş döneminde, iki ayrı kamp kendi çıkarları doğrultusunda oranın bu yapay şekillenmesini destekledi.
Soğuk Savaş bitti, şimdi paket “dondurucudan” çıktı.
Ortadoğu kendi gerçeğiyle karşı karşıya kaldı.
Din ve mezhep, bu bölgede dünyanın diğer bölgelerine kıyasla daha önemli bir yer tutuyor.
Ortadoğu çok büyük bir zenginliğe sahip ama bu “parasal zenginliği” üretime, yaratıcılığa, gelişmeye döndürmeyi başaramadı, diktatörlerin baskısı altında ezildi ve kimliksiz kaldı.
Batı’nın çok güçlenmesi, İsrail’in bölgede Batı’nın temsilcisi olarak tehditkâr bir güce dönüşmesi, Ortadoğu’da ciddi bir kimlik bunalımı yarattı.
Ortadoğu, Batı’yı, “sanayileşmiş” daha sonra da “bilgi çağına geçmiş” ülkeler bütünü olarak değil, genellikle “Hıristiyan gâvurlar” olarak görüyor.
Kendi ezilmişliğini de “Hıristiyanların” kötülüğüne bağlıyor ve çareyi “din” etrafında bütünleşmekte görüyor.
Ortadoğu’daki insanların büyük bir çoğunluğu için kurtuluş, “bilgi çağına” geçmek, üretim tarzını değiştirmek, yeni bir idari yapı kurmak olarak değil, “dinine” sarılmak olarak anlaşılıyor.
“Buzlukta” tutuldukları süreçte, “yeni dünyaya” hazırlanma imkânını bulamadılar.
Şimdi aniden gerçeklerle karşılaşınca tam ne yapacaklarını bilemiyorlar.
Geleceğe yönelik hazırlıkları olmadığı için, gelecekle karşılaştıklarında haliyle “eski alışkanlıklarına” sığınıyorlar, eski alışkanlıklarının en kuvvetli olanı da dinleri ve mezhepleri.
Suriye’de yönetimin değişmesi halinde İran önemli bir müttefikini kaybedecek ve bölgede yalnızlaşacak.
Bundan kurtulabilmek için İran’ın tek çaresi, bölgedeki Şii’lerin önderliğini ele geçirmek.
Irak’taki, Suriye’deki, Lübnan’daki Şiilerle bir cephe kurmak.
Bunu da yapıyor.
Bir cephe kuruyor.
Ama bu İran’a güç kazandırırken aynı zamanda onu “savaşın” ikinci hedefi haline getiriyor.
Suriye’deki çok büyük çoğunluğu Sünni olan “muhalefetin” en önemli destekçilerinin Katar ve Türkiye olması ise otomatik olarak Sünni-Şii çatışması olarak çıkıyor ortaya.
Savaşın asıl nedeni dünyanın değişmesi ama savaşın görünür yüzü “mezhepsel” mücadele olarak belirecek.
Mezhep savaşlarının nasıl kaoslara yol açtığı da tarihte açıkça görülür.
O yüzden Suriye’deki değişim, dünyanın bütünleşmesindeki “en kritik” aşamalardan biri olacak.
Doğrusu ya bunun mümkünse savaşsız çözümlenebilmesini isterim.
Ama hayat, bizim isteklerimizi, iradelerimizi aşıyor.
Suriye’de bir bela zaten yaşanıyor şu anda ve bu bela büyüyecek.
Çünkü Suriye, hayatın gerçekleriyle çatışıyor.
Ben, diktatörlere karşı bütün dünyanın ortaklaşa hareket etmesinden, diktatörler tarafından ezilen halka diğer halkların yardım etmesinden yanayım.
Bütün dünyayı “bir ya da iki” ülkenin temsil etmesi ise sorunu daha da büyütüyor.
Buradaki soru da bu zaten.
Türkiye savaşa tek başına mı girecek yoksa bütün dünya ortaklaşa mı karar verip harekete geçecek?
Ayrıca, Türkiye böyle bir savaşı taşıyabilir mi?
Sosyal yapısı, ekonomisi, ordusu böyle bir savaşı kaldırabilir mi?
Böyle bir savaşta Kürt meselesi, Alevi sorunu nasıl hayata yansır?
Tehlikeli bir dönemeçteyiz.
Savaşsız bir çözüm olmasını dilemekten ve her türlü belaya hazır olmaktan başka bir çaremiz yokmuş gibi gözüküyor.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.