SAİD-İ NURSÎ'Yİ 'DEMOKRAT PARTİ'YE FEDA ETMEK...(I)
Abdullah Can
11 Mart 2020 Çarşamba 12:36
Mevzuya girmeden önce birkaç hatıramı aktarayım. Lise son sınıfta iken Nurlarla tanışmıştım. Mevsim yazdı; serin bir ilimizde, bir ay kadar okuma programına katıldım. Burada Külliyatı bitirdim. Şahsî okumaların yanı sıra, dersleri de ihmal etmedim. Son günlerimdi; bir çay faslındaydık. Ağabeylerden biri(ismini vermiyorum), bana dönerek, "Üstad için, 'Aleyhisselâm' diyebilir miyiz?" dedi. Ben, "Hayır" dedim. O, "Neden denilmez? Üstad 'Mehdi' değil mi ki?" Ben, yine, "Hayır denilmez; 'Mehdi' de değildir!" dedim. Dememle şamar yemem bir oldu. Canım ciddi acımıştı. Üstüne üstlük, azarlarcasına, "Söyle bana, Üstad Mehdi midir, değil midir? Üstad’a ‘Aleyhisselâm’ denilir mi, denimez mi?” diye de ısrar ediyordu. Bakışları sert ve haşindi. Baktım ki ciddidir; ne şekilde olursa olsun, ezberini bana da tekrarlatacak... Hürmetle birlikte:
"Ağabey, bir aydır Nurları okuyorum, dinliyorum; bu eserlerin hiç bir yerinde Üstad, 'Ben Mehdiyim' dememiştir; kendisi için böyle bir ünvan kullanmamıştır. Keza, talebe mektuplarında da geçmez. Hem Mektubat'ta, kimler için 'Aleyhisselam', 'Radiyallahu Anh' ve 'Kuddise Sırruhu' denileceği de açıktır. Böyleyken niye zorluyorsun?" dedim. "Bak, bak! Bir de akıl veriyor!" diyerek, ikinci tokada yeltendi. Baktım, olacak gibi değil; ciddileştim, sert bir üslupla; "Ağabey, ben buraya bir misafir ve okuyucu olarak geldim. Ölçüm, okuduklarımdır, dikteleriniz değildir. Bana dayatmada bulunacağına Nurlardan delil getir, inanayım. Yoksa, burada bir an dahi durmam, giderim!" Neyse, öfleye-köfleye yerinden kalktı, kapıya yöneldi. Ben de, nezaketen refakat ettim. Ayakkabısını giydikten sonra, dikildi; yarım saat kadar da ayakkabılığın yanında söylenip durdu. Sözde nasihat ediyordu. Tabii, ciddi şekilde rencide olmuştum; nasihatları anlamsız geliyordu. Çıkıp gitmesini bekliyordum. Gittikten hemen sonra, eşyalarımı topladım; tren garına giderek oradan ayrıldım.(Tanıyanlardan sordum, vefat ettiğini söylediler. Allah, taksiratını affetsin.)
Yine, hem komşum, hem de Nur Talebesi bir arkadaşın evindeyim. Ailece yemeğe çağrılmıştık. Kayınpeder ve kayınbiraderleri de davetliymiş. Onlar da Nurcuydu. Hem de bulundukları muhitin en tanınan Nurcularından... Kayınpeder icazetli âlim, kayınbiraderler ise, yıllarca Nurları okumuş kimseler. Biri vakıftı. Bilmiyorum, ya beni tanıdıklarından ya da komşumun tanıtmasından olsa gerek, normal hoşbeşten, evire-çevire mevzuyu getirip “Üstad'ın seyyidliği”ne bağladılar. Bu mevzu, o günlerde hayli gündemdeydi. Ben de yazıyordum. Bildiğim, aşina olduğum klasik şablonlarla, seyyidlik konusunu dikte etmeye, beni de tahrike çalıştılar. Öyle ki, Üstad'ın seyyidliğine olan “inanç derecelerini” ifade makamında, kayınbiraderlerden vakıf olanı, aynen şöyle dedi: "Üstad'ın seyyidliği hususunda şüphe duyanın, imanından şüphe ederim!" Âlim peder ve kardeşi de, sesizlikleriyle destek verdiler...
Tahrike kapılmamak için sabrettimse de, bu söz sabrımı taşırdı. Çünkü tehlikeliydi. Müsaade alarak, şöyle bir giriş yaptım: "Birader, Üstad'a rağmen, böyle bir dayatmada bulunmanız doğru değildir. Üstad'ın seyyidliğini, imanın esası seviyesine çıkartmanız tehlikelidir. İddianızı de, Nurlar’a değil, falan-filan ağabeylerin tezlerine bina ediyorsunuz. Üstad, bu iddianızı reddediyor!" dedikten sonra, yazılarımda sunduğum delilleri, anahatlarıyla sıraladım; hadd-i vasat ve itidale çağırdım. Ama ne gezer?! Adam, "Nuh" diyor, "Peygamber" demiyordu... Bütün delillere rağmen, inattan, taassuptan inmedi. Nihaî sözü ise, şu oldu: "(İsimlerini vererek), Siz, Üstad'ın şu-şu talebeleri kadar mı biliyorsunuz? Onlar bu kanaatte iken, sen de kim oluyorsunuz?!" Belli ki, abicilik ve taassup, aklını rehin almıştı...
Bir örnek daha vereyim: Âlim ve Nurlardan hayli bilgisi olan bir ağabey, üniversite okurken kaldığım eve uğramıştı. Cebinde, “Nur hareketini temsil ettiği iddia edilen bir gazete”yle gelmişti. O günlerde (içlerinde kaldığım dönemde), herkesin göreceği şekilde, gazetenin isim ve logosunu dışarıda tutmak bir şiardı; bir sadakat nişanesiydi. Yanılmıyorsam hâlâ da öyledirler. Neyse, söz sözü açtı; mesele, “particilik” ve “Demirel” konusuna geldi, dayandı. Baktım, ateşli bir şekilde savunuyor; faziletlerini(!) sayıp sıralayor. Ben de, Eski ve Yeni Said’in eserlerinden particiliğin ve tarafgirliğin zararlarına dair tespitleri sıralamaya başladım. İlginçtir; Nurlara sadık bildiğim bu medrese mezunu ağabey, kalbini de, kafasını da Nurlara kapatmıştı. Sermayesi, siyasî abilerden ezberlediği basmakalıp ifadelerdi; onları aşamıyordu. Tekrarlayıp duruyordu. Fıkıhta uzmandı, ancak kavrayışı kıttı. Nurları biliyordu, ancak güncelleyemiyordu. İlmî ve dinî müktesebatı, tali durumdaydı. Esas olan, partisiydi; bildiklerini de ona alet ediyordu. Baktım, bir noktadan sonra delillerimi hazmedemez oldu. Derken, öyle bir kerteye geldi ki, Allah muhaffaza!... Asabîleşerek, “Senin okuduğun ayetlere de, hadislere de, Nurlara da inanmıyorum; hepsini inkâr ediyorum!" demesin mi?!...
Durum vahimdi. Kaş yapayım derken, göz çıkarabilirdim. Mevzuyu değiştirmelydim. Adam inkâra sapıyordu!... Kendisine bir risale uzatarak, bir şeyler okumasını istedim. “Tövbe, estağfirullah” diyerek, kerhen de olsa, aldı, okudu. Böylece işi tatlıya bağladım; tatlıca vedalaştık. (İsmi yanımda mahfuz olan bu ağabeyin son durumundan habersizim; tek temennim, istikameti bulmasıdır.)
Hasılı, bu camiada, acı,-tatlı, ibretli-hayretli çok hatıralarımız olmuştur; şimdilik bu üç örnekle yetinip tafsilatını hatıra çalışmalarına bırakalım.
Peki, bunları niye zikrettim? Amacım, 1- Kâinatta en büyük hakikat olan “iman ve tevhid davası”nın esas alınıp ona nisbetle “teferruat” düzeyinde olan mevzuların gündemimizden çıkartılması, 2- Ehliyetsiz, liyakatsız ve kifayetsiz olanlara, emniyet edilmemesi; hayatî ve ehemmiyetli vazifelerin tevdi edilmemesi, 3- Nurlardaki ilmî ve imanî düsturlar dururken, şahıslardan (abiler de dahil) nakledilen çeşitli hikâye, menkıbe, rivayet, rüya ve hülyalara itibar edilmemesi, 4- Fikrî ve amelî ihtilaflara sebep olan “milliyetçilik”, “particilik”, “bölgecilik”, “mezhepçilik”, “meşrepçilik” gibi taassupları işletmemek, telkin etmemek, 5- Said-i Nursî’yi kullanarak, ona nisbetle uydurulan şu ya da bu parti tarafgirliğinden uzak durmak. (Zaten bu yazıdan maksadım da budur; yani, “Said-i Nursî Demokrat Parti’ye oy vermiş midir? Talebelerine, “destek veriniz!” demiş midir?” mevzusu..)
Evet, Nurculuğu particiliğe bulaştıran kimi abiler ya da abiciler, geçmişte olduğu gibi, bu gün de peşpeşe siyasî demeçler vermektedirler. Bu demeçlerinde, “referans” olarak, Üstad’ın 1950 sonrasında, Demokrat Parti’ye ilişkin bazı mektuplarını göstermekteler. Ancak, referans dedikleri mektupların, Üstad’a ait olmadıkları, Nur hareketini “tahrif” ve “tahrib”e yönelik mevkutelerden olup eserlere sonradan ilhak edildikleri açıktır. Bunu, ikinci yazımda açıklayacağım. Dolayısıyla, işin başında belirtmeliyim ki, bu tarafgirane beyanatlar, -bilinsin, bilinmesin- “tahrif” sürecinin devamı mesabesindedirler. Ancak, “Fıtrat, fıtrî olmayan şeyi reddeder, atar”1 kaziyesince, Nur hareketi, bu kabil demeçleri fıtratına aykırı görmekte, ondan istiskal etmektedir. Ondandır ki, tabanda ciddi rahatsızlıklar oluşmakta, beyanat sahiplerine itirazlar yükselmektedir.
Malumdur, derin yapı, yıllarca uğraştı; ama Üstad’ı, “tarafgir” ve “partici” yapamadı; bu tuzağa düşüremedi. O, her defasında, “İman, mâl-ı umumidir, her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır; tarafgirlik giremez”2 diyerek, bu hamleleri boşa çıkardı. Uzak durdu, uzak tuttu. Demokrat Parti iktidarında, söylediği şu söz, bunun açık belgesidir: “Eskisi (yani Halk Partisi) evhamından, yenisi (yani Demokrat Parti) de 'bize yardım etmiyor' diye ona(yani bana) çok sıkıntı verdikleri..."3 Evet, birazcık düşünen bir Nur talebesi, bu ifadenin, siyasî Nurcuları red ve tekzip ettiğine hemen hükmeder.
Nurculuğu particiliğe bulaştıranlar, bu ifadeyi gündemlerine pek almazlar, aldırmazlar. Çünkü işlerine gelmiyor. Okuyanların çoğu ise, bunu “İstibdad - İttihad Terakki” ya da “İttihad-Terakki - Cumhuriyet” bağlamında düşünüp pek dikkate almazlar. Halbuki bu söz, o kadar mühim ve açık bir hüküm ki, yıllardır Üstad’ı Demokrat Parti’nin hamisi ve teşvikçisi gösterenlerin tezlerini tarumar etmektedir. Ancak, bu hususta sağır sultanlığa yatan siyasî abiler, Nur camiasında hedefledikleri emellerini tahakkuk ettirmek için, bu gerçeğin üzerine yatmışlar, nazara vermemişlerdir. Hatta çarpıtma yönüne giderek, Üstad’ın “Üçüncü Said” döneminde(1949-1960), siyasete ve particiliğe meylettiğini, gazeteleri takip ettiğini iddia ederler. Halbuki Üstad, hayatının bu evresini, “bütün bütün târik-i dünya”4 olarak tarif eder. Siyasîlere yazdığı irşadî mektupları, bazı gazetelerin iftiralarına verdiği/verdirdiği cevabî yazıları “siyasetle ilgilenmek” şeklinde değerlendirenler, bilerek ya da bilmeyerek, Üstad’ı ve Nur hareketini kendi fıtratına aykırı bir çizgiye çekmişlerdir; çekmektedirler.
Nur hareketi, tamamen “imanî”, “Kur’anî” ve “hasbî” bir harekettir. Misyon ve mesajı itibariyle “tarafsız”, “adil” ve “cihanşümul” bir karakterdedir. O, hiçbir partinin ve iktidarın dar ve inhisarcı kalıplarına sığmayacak kadar büyük; yedeğine alınamayacak kadar kudsî bir hakikattir. Bu haliyle, herkese ve her kesime “eşit mesafede”, “engelsiz” ulaşabilir bir konumdadır. Zaman, zemin ve şartların değişmesi, bu misyon ve konumuna zarar vermez; verse de sathî olur, vicdanlarda makes bulmaz. Aksine, ona olan yönelişi güçlendirir; etki ve çekim alanını genişlendirir. Ancak, siyasî taraflardan birine taraftarlık ya da eğilim göstermesi durumunda, o taraftan olmayan bütün tarafları karşısına aldırır; elindeki hakikatlere düşman ettirir. Yetmez, tarafı olduğu kesimin bütün zulümlerine ortak olur. Öte taraftan, iktidarların el değiştirmesi durumunda ise, tarafı olduğu siyasî cereyanla birlikte aynı muameleye tabi tutulur; aynı akıbete düçar olur. Artık, bn defa da "siyasetçi değiliz", "tarafgirlik yapmıyoruz" dese de, inandırıcı olamayacaktır. Zira, basın âlemindeki sözlü, yazılı ve görsel beyanatları, onu tekzip edecek; itimat ve itibarını yerle bir edecektir. Ve ne yazık ki, o noktaya da yavaş yavaş sürükleniyor gibi...
Durum bu merkezde iken, “abiler bilir”, “karar abilerindir” gibi bir teslimiyetçilik, Nur talebelerinin kârı ve şiarı olmamalıdır. “Allah’a kul olan, kullara kul olmaz”5 gibi bir düstur ortada iken, söz, eylem ve iradeyi “abiler”e ve “abicilik zihniyeti”ne teslim etmek, “dava adına” intihardır. “Fabrika ayarlarına dönmek” gibi bir mecburiyet kendini dayatmışken, aksi istikamete sürükleyenlerin heva ve heveslerine kapılmak, Nurlara olan “vefa” ve “sadakat”le telif edilemez. (Not: Bu çağrıda yegâne gayem, “rıza-i ilahî”dir; “hakkın hatırı”dır. Bu itibarla, nasıl tanındığımız ya da tanıtıldığımız değil, nasıl düşündüğümüz ve yaşadığımız önemlidir. Vesselam...)
(Devam edecek)
1 Sözler, s. 434; İçtimaî Dersler, s. 485
2 Emirdağ Lahikası, s. 129; Mektubat, s. 69
3 Şualar(Tenvir), s. 72; Şualar(Envar), s. 374
4 Şualar, s. 560
5 İçtimaî Dersler, s. 61
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.