SAİD-İ NURSÎ VE TEŞKİLAT-I MAHSUSA POLEMİĞİ (I)
Abdullah Can
20 Ocak 2021 Çarşamba 00:48
Geçenlerde, muhatap olduğum bir soruya, “özet” bir cevap vermiştim. Soru, “Said-i Nursî, Teşkilat-ı Mahsusa’ya üye olmuş mudur?” şeklindeydi. Tabii ben, “Asla, olmamıştır, olması mümkün değildir” demiştim; bazı açıklamalarda bulunmuştum. Ancak soruyu soran arkadaş, “ilişkinin olduğu”na dair “sosyal medya”da çokça yazı okuduğunu, hatta bunun, “Diyanet İslâm Ansiklopedisin”de de iddia edildiğini söyleyince, “bir bakayım” dedim, adres gösterilen cilde baktım. Evet, dediği gibiydi. İddia, “Kuşçubaşı, Eşref Sencer” maddesinde geçiyordu. Yazarı ise, “Necmettin Şahiner”di.1, “Fesübhanellah! Başka adam bulmadılar mı ki, buna yazdırmışlar?” dedim. Üstelik, “Yere-göğe sığdırılamayan bir ansiklopedi’ye bu iddia yazıldığında, söz konusu kurumun editöryası ne iş görüyordu?!” diye hayıflandım. Her ne ise... Yüzlerce defa çürütülmüş bir iddiaya, “Demek bizim de bir neşter atmamız gerekiyormuş” diye, sözlü ve özlü cevabımı detaylandırma ihtiyacı duydum. Sonuçta, “Söz uçar yazı kalır” diye bir kural vardır.
Türkiye Diyanet Vakfı’nın hazırlattığı 46 ciltlik devasa “İslam Ansiklopedisi”, yüzbinlerce imam, vaiz, müftü ve ilahiyatçının kütüphanesinde bulunmakta, ilmî-akademik çalışmalarda “kaynak” olarak kullanılmaktadır. “Tahkik” ve “tashih” etmezlerse, bu iddianın, okuyucularda “yanlış telakkilere” sebep olacağı açıktır. Ayrıca, bu “asılsız” iddianın, Nursî aleyhtarlarına “mesnet” ve “malzeme” olacağı da kesindir. Nihayet, oluyor da... Dolayısıyla, örnek ve önder bir şahsiyet olan Nursî’ye atılan “iftira” çamurlarına, onun “hukukunu muhafaza” adına, bir şeyler söylemeyi bir vecibe telakki ediyorum. Umarım bu yazım, kalbi ve kafası “karışık” olanlara, yeni bir ufuk açar; temelsiz “iddialar” yerine, ispatlanmış “doğrular”dan yana olmalarına vesile olur. Bu itibarla, bu yazı, Teşkilat-ı Mahsusa’ya dair “ilk” yazım olduğu gibi, “son” da olacaktır. Dileyen kabul eder, dilemeyen reddeder. Yeter ki tercihte, “önyargı” ve “bağnazlık” yerine, “akıl” ve “vicdan” ön planda olsun...
Önce, Diyanet Ansiklopedisi’nde geçen iddiayı aynen aktarayım: “(Eşref Sencer Kuşçubaşı), Büyük devletlerin ve Arapların Osmanlı Devleti aleyhine kışkırtmalarına karşı teskin edici faaliyetlerde bulunmak ve İslam birliği hareketini gerçekleştirmek için teşkilat (Teşkilat-ı Mahsusa) üyelerinden Şaid Nursi ile birlikte bir Alman denizaltısıyla Kuzey Afrika'ya gitti.”2
Evet, iddia böyle. Yani, 1- Nursî Teşkilat üyesidir. 2- Kuşçubaşıyla birlikte Alman Denizaltısına binmiştir. 3- Kuzey Afrika’ya gitmişlerdir. Kaynağına(belgesine) bakıyorum; kaynak, “yalnızca” Cemal Kutay’ın “Tarih Sohbetleri” kitabıdır.3 Zaten başka da “hiçbir” kaynak yoktur ne Türkiye’de ne de Dünya’da... Kutay, kitabında hiçbir “yazılı” ve “görsel” belgeye yer vermemiştir. Adeta, “kaynak benim” dercesine... Halbuki tarihçi, belgesiz konuşmaz ve yazmaz; konuşur-yazarsa, “yalan” ve “iftira”dan hali olmaz. Kendisi, “belgesizliği” tercih etmiş; yalan ve iftiraya sapmıştır. Ölene dek de iddiasını ispatlamış değildir; keza, bu konuda “referans” gösterdiği “Kuşçubaşı Eşref”in, hanımının yayınlanmış hatıraları içinde de böyle bir iddia varit değildir. Varsa, gösterilsin. “Şam ordaysa, arşın buradadır” misali, iddia sahiplerini ispata çağırıyoruz.
Peki, nereden icap etti bu iddialar? Kanaatimce, Kutayın ortaya attığı bu iddialar, zannedildiği gibi, Nursî’yi sistem ve toplum nezdinde “yüceltmek” ya da “meşrulaştırmaya” yönelik değildir, aksine, onu, “şaibeli” ve “tartışılır” kılmak içindir. Bir başka ifadeyle, bu bir “proje”dir; Nursî’ye “operasyon” çekmektir. Talimat, “derinler”dendir. Kutay’ın yaptığı, işin “sözcülük” ve “taşeronluk” boyutudur. Ve ne yazık ki, aracı olanlar da “Şahiner”in şahsında, bir kesim Nurculardır. Her ne kadar pişman olmuşlarsa da...
(Not: Diyanet Ansiklopedisi’nde, “Teşkilat-ı Mahsusa” maddesini M. Şükrü Hanioğlu,4 “Said Nursî” maddesini ise, Alpaslan Açıkgenç hazırlamıştır.5 Tahkik ehli olan iki akademisyenin de yazılarında, “Bediüzzaman Said-i Nursî”nin Teşkilat-ı Mahsusa’ya üye olduğu ifadesi geçmez.)
Said-i Nursî’yi, Teşkilat-ı Mahsusa’yla irtibatlandıran, onu teşkilatın “Arabistan” sorumlusu Eşref Sencer’e dost yapan, ikisini Alman denizaltısına bindirtip Trablusgarp ve Bingazilerde dolaştıran; cihada ve cihat için örgütlemeye gönderen, keza, Balkan Savaşlarında savaştıran kişi yalnız ve yalnız Cemal Kutay’dır; ikinci bir tarihçi gösteremezsiniz. İddianın “Nurculuk” ayağını ise, -yukarıda da belirttiğim gibi- onun cazibesine kapılan “Necmettin Şahiner” oluşturmuştur. Bu cazibenin etkisiyle, Şahiner, 1974’te, “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî” diye bir “tarihçe” yazar. Bu tarihçenin, aslında “bilinmeyen” bir tarafının olmadığı, yazılmış önceki tarihçelerin tekrarından ibaret olduğunu tahkik edenler görmüşlerdir. Tek bir farkla; Kutay’ın yukarıda arz ettiğim iddiaları... Evet, yabancısı olduğumuz tek “bilinmeyen” şey, bu iddialardır. Onlar da “fos”.
O gün için, bu iddia, ne kitabı basan yayınevince ne de onu basan cenahın mensuplarınca “tahkik” edilmedi; bir “tenkit” görmedi. Aksine, savundular; yazı, makale, kitap, konferans, seminer ve mutat Nur sohbetlerinde kullandılar. Hem de “iftiharla”. Zira, bu vesileyle Said-i Nursî’nin ne büyük bir “vatansever”, ne yaman bir “devletçi” olduğunu ispatlamış(!) oluyorlardı. Şahiner, bu aşk ve heyecanla kalktı, yeni bir kitaba daha imza attı; “Aydınlar Konuşuyor” diye. Basım tarihi 1977’dir; yani “BT Bediüzzaman Said Nursî” kitabından 3 sene sonra. Bunda da Kutay’a “özel” bir yer ayırdı, ona aynı “yalanları” tekrar ettirdi. Yine takdir ve iltifatlar, yine alayişli-nümayişli tanıtımlar... Tepki yok, tenkit yok. Üstelik aynı kitapta, Nursî’ye “hizmet” edenler ile Nur Külliyatı’nda “uzman” kişiler de yer alıyordu; onların da fikirlerine, yorumlarına yer verilmişti. Onlardan da “tepki” ve “tenkit” görmedik, okumadık. Hatta öyle ki, Nurculardan bazıları, Teşkilat-ı Mahsusa’yı o denli “tasvip” ve “içselleştirmişlerdi” ki, rejime “akıl hocalığı” meyanında, “Teşkilat-ı Mahsusa” benzeri bir oluşumu canlandırmalarını “salık” veriyorlardı.6 Tabii, aksini söyleyenleri de “bölücülükle” itham ve teşhir ederek...
(Not: İddiayı, yıllar sonra yazanlar, eleştirenler oldu; yazdıklarını da okudum. Ancak bu durum, “Ba’da-e harabi’l Basra” gibi bir şey; yani iş işten geçtikten sonraki bir adımdır; geç kalınmış bir pişmanlıktır. Halbuki zamanında uyarıldılar, ama dinlemediler. Üstüne üstlük, Şahiner’in iki kitabından hemen sonra, yine, büyük ihtimalle onun teşvikiyle, 1980’de de Kutay’ın söz konusu iddialarının “detaylandırıldığı” kitabını, yani “Çağımızda Bir Asr-ı Saadet Müslümanı Bediüzzaman Said-i Nursi”yi yayınladılar. “Takdim” yazısını da Şahiner’e yazdırdılar. Bu kitapta, farklı olarak, bir başka kuyruklu yalan eklenmiş; güya ki Kutay, Kuşçubaşı’yla birlikte 1953’te Emirdağ’ına gitmişler, Nursî’yi ziyaret etmişler. Tövbeler... Nurcular açısından en acınacak, belki de en zilletli durum ise; aynı yıl içinde, Kutay’ın Isparta Mevlidi’ne davet edilmesi; akabinde kendisi arabanın içinde, eli dışarda olduğu halde, Nurcuların, el öpme yarışına girmeleridir. Canlı şahitleri var.)
(İkinci bir Not: İsimleri yanımda mahfuz, iki Nur Talebesi, Kutay’ın kitabındaki iddiaları “tahkik” amacıyla evine gitmişler. Hoşbeşten sonra, nezaketle, kendisinden, iddialarına dair “belge” istemişlerdir. Kutay, “Bunların belgesi mahremdir, gösteremem!” demiş. Ziyaretçiler, “Hocam, tarih, belgesiz olmaz. Ciddi bir şeyden bahsediyorsunuz; dedikleriniz doğruysa, mahremiyeti mucip bir durum yoktur. Lütfen, aydınlatmanızı istiyoruz!” demişler. O ise, “Belge mi, işte belge benim!” diyerek, susmalarını istemiş. Ancak ısrarla, “Hocam, Said-i Nursî’nin ne Tarihçesinde ne de herhangi bir kitabında dediklerinizi teyit eden bir ifade yoktur; bunları nereden çıkartmışsınız?” demişler. Kutay dayanamamış, topu, kendisine kitabı yazdırtan Nurcu cenaha atmış; “Ben o Kürde hayran mıydım ki onu yazayım; aksine, ona muhalifim. Ben katıksız bir Kemalist’im. Nurcular, onu, kalemimle parlatmak istediler; bol para verdiler. Size söyleyeceklerim bu kadar; kapı orada, lütfen!” demiş; evinden gitmelerini istemiştir.)
Sene 1995’lere gelindiğinde, yani 11 yıl sonra, tepkilere cevap veremeyen Şahiner, nihayet dayanamayarak kitabının (BTBS Nursî) 10. baskısından söz konusu iddiaları çıkarttı. O tarihten itibaren, müteakip hiçbir baskıda yer almadı. Bu, zahiren bir olgunluktu; ancak iş işten geçtikten sonra... Zira, bu süreçte meydana gelen “tahribat” o kadar büyük oldu ki, tamiri adeta “imkânsız” gibidir. Hele de “sosyal medya” denilen anaforun zirve yaptığı bir dönemde... Bugün itibariyle, iddia, Nursî’ye “düşman” olan çevrelerce “itibarsızlaştırma” malzemesi yapılırken, sadık-ı ahmak “dostlar”ca da, “Vatan-Millet-Sakarya” güzellemeleriyle, ayrı bir “itibar katliamı”na araç yapılmaktadır. Kim nasıl yorumlarsa yorumlasın, kesin olan, Teşkilat-ı Mahsusa’nın, İttihat-Terakki’nin bir yan kuruluşu olduğudur. İttihat-Terakki ne kadar İslâmcı ya da Osmanlıcıysa, bu teşkilat da o kadar İslâmcı ve Osmanlıcıdır. Ancak çok iyi biliyoruz ki, İttihat-Terakki komitesi; ırkçı, merkeziyetçi, çeteci, baskıncı, ihtilalci, cuntacı, maceracı, yayılmacı, oligarşik, reformist, masonik bir karaktere sahipti. İlk çıkışında kullandığı insanî ve İslâmî argümanların, sadece “reklam” ve “slogan” amaçlı olduğuna, bizzat kendilerince çiğnenmelerinden anlıyoruz. Bizi, komitenin söylemlere değil, eylemlere ilgilendirir...
1908’in ortalarında “çete” faaliyetleriyle iktidara gelen bu komite, daha bir yılını dolduramadan, tabandan gelen muhalefetle yüz yüze gelmiştir. Bunu bertaraf etmek için ise, “31 Mart Kontrollü Darbesi”ne (1909) başvurmuş; “şahıs istibdadı” yerine, daha şedit olan “parti istibdadı”nı ikame etmiştir. 1918’deki tasfiye edilmeleri ise, “göstermelik”tir; gerçekte, bir “imaj yenileme” hamlesidir. Nihayet, İttihad-Terakki”siz geçen beş sene içinde, davulun başkalarında, tokmağın kendilerinde olduğunu biliyoruz. 1923 sürecine kadar, muhaliflerinin “sözde iktidar”, kendilerinin ise, gerçek “muktedirler” oldukları görüldü. Muhaliflerini işlevsizleştiren, imaj kaybına uğratan İttihatçılar, bir kez daha kendilerini “alternatif” ve “aranılanlar” durumuna getirdiler. 1923’e giden yolun taşları böyle döşenmiştir; yaşanılanlar, misyon ve vizyon değişikliği değil, aynı zihniyetin “bayrak devir-teslimi” törenidir. İsimler değişti, ama öz değişmedi; aynı kaldı. Her ne ise...
Şimdi, İttihat-Terakki bu öze sahipken, onun kurdurduğu bir “özel örgüt”ten (Teşkilat-ı Mahsusa) ne beklenebilir? Ve Said-i Nursî ki, meşum 31 Mart Hadisesi bahanesiyle İttihad-Terakki’nin Divan-ı Harbi’nde idamla yargılanmış birisidir. Kendisi, savunmasını yaparken, bu iktidar için “Haydut Hükümet”7 demiş, yargıçlarının yüzlerine “Zalimler için yaşasın cehennem”8 şiarını haykırmıştır. Böyleyken, kalkıp onlarla iş birliği yapacak, kurdurdukları silahlı-suikastçı örgütlerine üye olacak... Olacak şey mi? Demek “tanımak” ile “tanımlamak” ayrı şeylerdir. Tanımak “objektif”, tanımlamak ise “sübjektif” bir yaklaşımdır. Görünen o ki, Nursî’ye bu isnatta bulunanlar, sübjektiftirler; “ideolojik” ve “tarafgirlik” önyargılarını işletiyorlar.
Devam edecek ...
1 Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 26, s. 471-472
2 age. (Cilt ve sayfalar aynı)
3 Tarih Sohbetleri, Cemal Kutay, c. 1, s. 58 vd. (Şahiner’in kaynakta, “vd.” (ve değişik) olarak belirttiği diğer sayfa ve ciltleri ise, ben vereyim: “Tarih Sohbetleri, c. 1, s. 203 (1966 baskısı); c. 2, s. 205(1966 baskısı); c. 7, s. 207(1967 baskısı)”
4 Bkz. TDV Diyanet Ansiklopedisi, c. 40, s. 568-569 arası
5 Bkz. TDV Diyanet Ansiklopedisi, c. 35, s. 565-572 arası
6 Güneydoğu Meselesi ve Çözüm Yolları, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, s. 13(“Osmanlı Devleti zamanında olduğu gibi, ‘Teşkilât-ı Mahsusa’ manasında, vatan ve milletini ciddi seven insanlardan müteşekkil güçlü bir ekip oluşturulmalıdır. Bu gayeyle Teşkilât-ı Mahsusa’nın işleyiş şekli ve görev anlayışı incelenmeli ve gözden geçirilmelidir.” Prof. Dr. Şener Dilek, Malatya, 1994)
7 İçtimaî Dersler, s. 157
8 age., aynı sayfa
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.