SAİD-İ KÜRDİ’NİN ‘SEYYİD’LİK ÜZERİNDEN ARAPLAŞTIRILMASINA CEVABIMIZDIR!
Abdullah Can
30 Aralık 2012 Pazar 17:35
1.BÖLÜM
Hani anlatılır ya, Arşimet banyoda yıkanırken, banyo tasını su dolu kovaya fırlatır; tasın su üzerinde durduğunu görünce, birden aklına suyun kaldırma kuvveti gelir. Bir keşifte bulundum heyecanıyla çırılçıplak banyodan sokağa fırlar ve avazı çıktığı kadar “Buldum, buldum!” diye bağırmaya başlar. Başına toplanan ahali, “Neyi buldun be adam!” diyerek çıplak haline kıs kıs gülerlerken, bizim kâşif, sadece kendi buluşuna kilitlenmiş vaziyette, “Buldum, buldum!”ları tekrarlayıp durur. Tabii, ahali bu söylediği şeyi aklını kaybetmesine hamlederek, “Vah, vah! Yazık! Zavallı!” diyerek üzüntülerini dile getirirler. Zira bulunan şey malumdu ve en cahil insan da suyun kaldırma gücünden haberdardı... Önemli olan, o kuvveti tekniğe uygulamaktı...
Bir an düşündüm; Hollanda Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof. Ahmet Akgündüz acaba WOW Otel’de, yanına aldığı Mehmet Kırkıncı ve Mehmet Fırıncı gibi güngörmüşlerle birlikte kamuoyuyla hangi buluşunu paylaşacak? Neyi “buldum!” diyecek... Olur ya, Johann Gregor Mendel de bir ilahiyatçıydı, ama aynı zamanda kâşifti. Bilindiği gibi Mendel, sekiz yılı aşkın bir süreyle laboratuvarına kapanmış, bezelyeler üzerinde araştırmalar yapmıştı; ama bezelyelerde boğulmamıştı; onlara takılıp kalmamıştı; bilim literatürüne “Mendel Yasaları” olarak bilinen kalıtım ve genetikle ilgili buluşa imza atmıştı. Peki, ya Ahmet Bey hangi buluşa imza atacaktı? Hangi buluşu Türkiye kamuoyuyla paylaşacaktı? Uzatmayalım, Akgündüz, “Said-i Nursî’nin seyyid olduğu” nu ilan edecekti. Bütün buluşu(!) bu... Bu buluşa alkış mı tutalım, yoksa “Eyvah, dağ fare doğurdu mu diyelim?” Siz ne derseniz deyin, ben tek cümleyle, “Evet, dağ fare doğurdu” diyeceğim...
Bu nükteli girizgâhtan sonra, gelelim Ahmet Akgündüz Bey’in söylediklerine:
Ahmet Bey, özetle şunları söylüyor: “Arşiv belgelerinin bize gösterdiği yol doğrultusunda, (“elhamdülillah” çekerek) Musul’daki arşivler, Bediüzzaman’ın baba tarafından Abdülkadir-i Geylanî’nin torunu Hz. Hasan’ın neslinden ve “şerif” olduğunu ortaya çıkardık... Annesi Nuriye Hanım’ın ise, Hz. Hasan’ın (ra) neslinden ve “seyyid” olduğu ortaya çıkmıştır. Bunu Osmanlı arşivindeki belgelerin tamamı desteklemektedir. Bediüzzaman Hz. Peygamber’in öz be öz torunudur. Kürtlük konusunu soracak olursanız; şu anda Siverek’te yaşayan öz be öz Kayı boyundan olan “Karakeçililer” ne kadar Kürt ise Bediüzzaman da o kadar Kürt’tür... Bir zamanlar ben sırf Bediüzzaman’ın eserlerini okudum diye Kürtçü ilan edildim... Bediüzzaman’ın, Hz. Resulüllah gibi bir şahsiyete dayanması(nı ispatlamakla), Onu; Kürtçü, bölücü, devlet ve ordu düşmanı şeklinde tasvir edenlerin duvarlarını yıkacağız.”
Evet, Akgündüz Hoca, Türkiye’de bulamadığı belgeyi Musul’da elde etmenin heyecanıyla –yere göğe sığmayacak bir coşku ve heyecanla– bunları söylerken, açık söyleyeyim; ancak aynı coşku ve heyecan izleyicilerinde yoktu; yüzlerinde bir neşe ve meserret okunmuyordu. Anlaşılan o ki, konuklar da –tıpkı benim gibi– tatmin olamamışlardı. Seçilen mekân, davet edilenler, zamanlama, sunum şekli, jest-mimikler ve konuşmanın muhtevası ihlâs, samimiyet ve iyi niyet kriterlerini aşmış ve taşmış olacak ki, yukarıda belirttiğim gibi, bu müsamere de fiyaskoyla sonuçlanmışa benziyor. Bir başka ifadeyle “Dağ fare doğurdu!”
Yıllarca Nurları okumuş, Nur medreselerinde diz çökmüş, Nurları dinlemiş ve Nurlardan dinletmiş birinin kendi mazisiyle, Nurların hedef ve gayesiyle; imanın esaslarıyla hiç münasebeti olmayan bir meseleyi imanın bir esasıymış gibi allandıra-ballandıra anlatması, bu mevzu üzerinden farklı alanları da hedeflemesi, mevcut konjonktürün nezaketiyle uyuşmayan ifadeler kullanması, umumî hissiyatı dillendirmek yerine sadece bildiğini ve hissettiğini okuması, açıkça gösteriyor ki, bu nev’-i şahsına münhasır buluşun ne toplumsal barışa bir katkısı, ne de insanımızın inancına hiç bir faydası olmayacaktır. Tam aksine, sinn-i kemale ermiş, dindar ve Nurcu bir akademisyenin, iyilik yapıyorum zannıyla muhataralı bir yola sülûk etmesini, hal-i hazır ve müstakbel için çok mehalik ve zararlarının olacağı kanısındayım. Çünkü bir âlimin soyunu-sopunu araştırmak ne onu, ne de bir başkasını ilgilendiren bir mevzu değildir (Kendi soyunu ve nereden geldiğini araştırabilir). Bu konu, o âlimin kendisini, ailesini ve tarihçesini ilgilendirir. Şayet nüfus kayıt defterlerinde soy ve şeceresi belirtiliyorsa da, bu dahi lüks bir otelde, basın ordusu karşısında, kafa dengi bir gurupla birlikte âleme neşredilmeyi gerektirmez; hususî dairede, hususî sitelerde ya da şahsa ait eserlerin birinde neşredilebilir. Reklam eder gibi, alâyiş ve nümayişli bir tanıtım seremonisi, farklı bir anlam ve muhtevayı çağrıştırmaktadır.
Akgündüz Bey, öncelikle Nurlara sadık davranmalıydı; kaynak ve referanslarını Nurlardan ahzetmeliydi. Yani esas olan, bizzat Bediüzzaman’ın kendi beyanlarydı; bir başkasının onun adına karar verme yetkisi yoktur. Karar mercii kendisi ve arkasında bıraktığı 6 bin sayfalık Nur Külliyatıdır. Mesela kocaman bir Tarihçe-i Hayat var; malum, onu yazanlar, Üstad’ı gören, hizmetinde bulunan Nur Talebelerinden bir heyettir. Bu heyet, neden böyle bir mevzuyu işleme ihtiyacı duymamıştır? Yani Bediüzzaman Seyyid ise, bu siyadetini neden Tarihçe’ye dâhil etmemişler? Seyyidlik, saklanmayı gerektiren bir unvan olmadığı halde –ve reddinde günah dahi mevzubahis iken– Bediüzzaman neden gizlesin ki! Mesela neden “Es-Seyyid Bediüzzaman Said-i Nursî” vb. bir unvan ya da imza kullanılmamıştır? Bizzat kendim, bu mevzuyu, Üstad’ın Nurs’taki akrabalarından müteaddit defalar sorduğum halde, aldığım cevaplar hep aynı olmuştur. Hiç biri, “Evet doğrudur; biz seyyidiz” demediler ve halen de demiyorlar. Sadece dedirtilmeye çalışılıyor. O halde, bu mevzu neden bu kadar deşiliyor; devşirilmek istenilen netice nedir?
Samimiyetle ifade edeyim ki, Bediüzzaman’ın Kürt oluşu birilerine batıyor; rahatsızlık veriyor ve vermektedir. Geçmişte bir hoca efendinin bu saikle Üstadı ziyaret etmediğini ve “Eğer Şark’tan değil de Anadolu’dan gelmiş olsaydı, aramızda Kaf Dağı da olsaydı, deler, gider, ziyaret ederdim” dediğini çok iyi biliyoruz. İşte bu necabetperestlik ve seçkincilik anlayışı, mahfi ve mestur da olsa, birçok kimsenin bilinçaltında yer etmiş ki halen bu ucube hadiseler vukua geliyor. Ahmet Akgündüz Bey, şimdiden değil, uzun zamandır bu meyanda konuşuyor, yazıyor, bağırıp-çağırıyor. Nihayet ne demek istediğini tescilleme sadedinde, WOW Otel zemininde son bombasını patlattı; tüm kamuoyunu kendinden haberdar kıldı. Böylece, Bediüzzaman’ı Kürtlükten çıkarmanın huzur ve sükûnuna kavuşmuş oldu. Hem zaten Kürtler, Cumhuriyet’in lanetlileri iken, hatta İsmail Hakkı Bursevî de onları lanetlerken, hatta ve hatta (isim vermeyeyim) biriler de onları Âdem oğulluğundan çıkartıp Şeytan’ın veled-i nameşruları göstermişken, Bediüzzaman gibi bir dehanın, bir ulema-i cihanın onlardan biri olması, onların içinden zuhuru caiz mi ki! Öyleyse, ivedilikle ve vücubiyetle bu temasın kesilmesi gerekirdi. Ve bence yapılmak istenilen de bu temeldedir...
Ahmet Akgündüz, “Bir zamanlar ben sırf Bediüzzaman’ın eserlerini okudum diye Kürtçü ilan edildim” diyor; bu doğru değildir. Ona “Kürtçü” denilmesi Risale-i Nur’u okuduğundan değil, Diyarbakırlı olmasıyla ilişkilidir. Bilindiği gibi, bir zamanlar bu ülkede, Bölge’nin tüm sakinleri potansiyel tehlike ve “Kürtçü” olarak lanse ediliyordu. Dolayısıyla kendisine yapılan ithamların temelinde Nurları değil, mensup olduğu bölgeyi göstermesi daha yerinde olurdu.
Yazılarında ve söylemlerinde Türklerle Kürtlerin yüzyıllarca beraberliğine vurgu yapan Akgündüz Bey’in, bu beraberliği muhafaza adına –bu gün için– neler yaptığını pratize etmesi gerekir. Yangına körükle gitmek ya da su yerine benzinle sündürme teşebbüsleri ülkemizde yaşanılan olumsuzlukları daha da azıtır, azgınlaştırır. Hele mevcut ateşe odun taşımaktan Allah’a sığınmak lazımken odun taşıyıcılığın devamına ne demeli? “Kim kime benzerse, onlardandır” diyen Peygamberimiz, acaba bu kimseler için adres olarak “Hemalete’l-Hatteb”leri işaret etmesin mi!... Sözde kardeşlik edebiyatları, özde “Kürt’ten olsa evliya, sokmayınız avluya” gibi onur kırıcı ifadeler ne kadar samimi olabilir? Bu onur kırıcılığa kesinkes son verilmelidir; aksi takdirde, ülkemizde ırkçılıktan mütevellid fitne ateşi sönmez; gittikçe gürleşir ve hepimizi yakar. O halde gelin, ırkçıların suç ortağı olmayalım; her birimiz, hem dilimizle, hem kalbimizle hem de fiiliyatımızla birer “Nâhi-yi ani’l-münker” olalım; fitne ve fesat ateşine su olalım; itfaiyeci eri olalım!
Akgündüz Bey, “Siverek’te yaşayan öz be öz Kayı boyundan olan Karakeçililer ne kadar Kürt ise Bediüzzaman da o kadar Kürt’tür” diyor ve bir taşla iki kuşu vurmaya çabalıyor. Böyle bir ifade, hüsn-ü niyetten daha çok su-i niyete yakındır ve onu çağrıştırıyor. Evvela, Kürt bir aşiret olan ve “Mîrekî”, “Cerabî”, “Dodan”, “Mûsikan” vb. kabilelerden oluşan bir topluluğu, sırf Cumhuriyet’le birlikte kendilerine verilen “Karakeçili” soy isminden hareketle Türkmenleştirmek ve Kayı boyundan addetmek; öyle lanse etmek son derece tehlikeli ve kardeşliğe karşı girişilen bir su-i kasttır. Akgündüz, kaç kez uğramıştır bilmiyorum, ancak ben, Karakeçililerin merkezine defaatle gitmişim; yemeklerini yemiş, sohbetlerde bulunmuşum. Kürtçeyi (Kurmanci lehçesini) orijinal şekliyle konuşan, giyim kuşamlarıyla Kürt kültürünü en mükemmel şekilde aksettiren bu topluluk için “Öz be öz Kayı boyundandır” demek, sadece fitneye çanak tutmak ve ırkçılığı körüklemektir. “Tebeddül-i esma ile hakaik tebeddül etmez”. Merkezi köyleri olan “Mizar”ı, “Karakeçi” olarak değiştirmek, resmî soyadı üzerinden bir topluğun aslını inkâr etmek ne kadar insanî ve ne kadar İslamî bir uygulamadır ve yılların Nurcusu Akgündüz, bu dayatmaları nasıl doğru kabul ediyor da savunmaya kalkışıyor? Açık söyleyeyim, Bediüzzaman’ın seyyidliğini ispatlama sadedinde Siverek’teki Karakeçililere atıfta bulunmak ve onları Türkmen göstermek tipik bir art niyetlilik ve karakteristik bir ırkçılıktır.
2.BÖLÜM
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.