25 Kasım 2024
  • İstanbul3°C
  • Diyarbakır6°C
  • Ankara-1°C
  • İzmir6°C
  • Berlin11°C

SAİD-İ KÜRDİ’NİN ‘SEYYİD’LİK ÜZERİNDEN ARAPLAŞTIRILMASINA CEVABIMIZ! (2)

Abdullah Can

04 Ocak 2013 Cuma 08:39

2. BÖLÜM
Akgündüz’ün “Bediüzzaman’ın, Hz. Resulüllah gibi bir şahsiyete dayanması, ... Onu Kürtçü, bölücü, devlet ve ordu düşmanı şeklinde tasvir edenlerin duvarlarını yıkacaktır” gibi bir söyleme başvurmasını anlamak kolay ise de asıl mevzuyla irtibatını kurmak çok zordur. Yani, Üstad’ın seyyidliğini –güya– ispatlamaya çabalarken ve onu –güya– var olan “Kürtçülük” ve “Bölücülük” ithamından kurtarmaya çalışırken, aynı zamanda onu “Devletçi” ve “Orducu” göstermeye çalışması anlaşılır gibi değildir. Üstad için “Kürtçü”, “Bölücü” diyenlerin mazide kaldığını biliyoruz da, onu “Devletçi” ve “Orducu” yapanların aramızda dolaştıklarından fazla haberdar değildik. Ahmet Bey ve onun gibi düşünenler, bizi bu gerçekten da haberdar ettiler...

Geçmişte, “orduperestlik” adına Evren ihtilaline destek verenleri; il, ilçe, kasaba, köy demeden ülkenin dört bir yanını dolaşıp “ihtilal”ı övenleri; “ihtilal anayasası”na evet denilmesi gerektiğini söyleyenleri; cunta lehinde sitayişkâr mektuplar neşredenleri; ihtilale, 12 Eylül Askerî Anayasasına hayır diyenleri “Kızıl Komünist”, “Anarşist”, “Bölücü” ve “Vatan hainleri” şeklinde tavsiflerle gazetelerde neşriyat yapanları; bu propagandalarını Nurcuların harim-i ismetlerine, yani medreselerinin içine, sohbetlerine kadar taşıyanları, biliyorduk, biliyoruz. Ancak, bunları unuttuk, unutmak istedik; mümkün oldukça gündeme getirtmedik. Fakat görülen o ki, biriler halen o sabık marazlardan kurtulmuş değildir. Akgündüz’ün konuşmasında olduğu gibi, bu marazlar zaman zaman nüksedebiliyor. Bu konuyu bir başka çalışmaya bırakıp şimdilik ve sadece, Üstad’ın, “Cebr-i keyfî-i küfrî” ve “İstibdad-ı askeriye-i keyfiye-i küfriye” gibi tavsiflerin kimler için kullanıldığını Akgündüz Bey’e ve onun gibi düşünenlere sormak ve hatırlatmak isterim. Ve yine, “Sabık Harb-i Umumî çalkalamasıyla o mübarek yağı alındı, yağı alınmış bir ayrana döndü” ifadeleriyle neyin anlatıldığını anlamaya davet ediyorum. Ayrıca, aşağıdaki iki cümleyi de hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum; inşaallah ufkunuzu açar, ağzınızdan çıkanın kulağınızca da duyulmasına vesile olur:

Bir hadis-i şerifin, ahir zamanda an’anat-ı İslamiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben, otuz altı sene evvel o hadisi tefsir etmiştim; aynen bu adama manası çıkmış.”

“Yüzer ayât-ı Kur’aniyeye istinaden Kur’anın kudsî kanunlarının yerine, medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına ve bir nevi Bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak manasında Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme âlet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir.”

“Devlet düşmanlığı” kavramına gelince; bu keskin ifade, bir susturma ve baştan savma jargonudur. Birilerin, birileri suçlamak ve karalamak, hatta saf dışı etmek için kullandıkları keskin bir kılıçtır. Ahmet Bey’in zaman zaman “Devlet düşmanlığı” söylemi üzerinden yürüttüğü bu kabil sindirme ve diskalifiye manevrasını, her ne münasebet ise, Üstad’ın Seyyidliği provasında da sergilemesi, niyet olarak, “Üstad’ın seyyidliği” iddiasından daha çok, taşırıp farklı bir amaca yöneldiğini gösteriyor. Zira “Devletçilik”, Mustafa Kemal’in altı ilkesinden biri olup İslam’ın ya da imanın esasları arasında yer almaz. Münasebetsiz şeyler arasında münasebetsiz münasebetler kurdurmak, sadece kafaları karıştırmak, zihinleri bulandırmaktır. “Devlet sevgisi” diye bir kavramın da tahkiki iman dersleri arasında yeri olduğunu söyleyen biri varsa beriye gelsin; Nur Külliyatı içinde yerini göstersin! Vatan ile devlet mefhumlarını birbirinin yerine oturtmak, onları aynı şeylermiş şeklinde değerlendirmek de sadece yutturmacılıktır ve şeytanî bir iğvanın ötesine geçmez. Onun için, seyyidliği ispat zemininde Bediüzzaman’ın devletçiliğine vurgu yapmak, halis bir niyetle telif ve tefsir edilemez.

Bediüzzaman’ın “Milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz etmişlerdir” demesine rağmen, yıllarca onun eserlerini okuyan birinin “Bediüzzaman’ın milliyeti”ni dert edinmesi, mensubu olduğu kavme karşı beslediği özel duygularından ya da özel hesaplarından dolayı bir yolunu bulup Bediüzzaman’ın o kavimle ilişkisini kesmeye çalışması ne kadar hazin, değil mi? “Binlerce seneden beri lisanını ve milliyetini unutmayan Kürtler”i –ki her dil ve kavim Allah’ın ayetlerinden bir ayettir– saha-i vücuttan silme gibi bir vahşiliğin her türlü provasının yapıldığı bir coğrafyada, yıllarca Bediüzzaman’ın kitaplarını okuyup onlarla imanını kurtaran birilerinin kalkıp o provacılar kafilesine iltihak etmesi; üstelik dinî argümanlar ve enstrümanlar kullanarak daha tehlikeli bir yola sülûk etmeleri ne kadar esef verici ve ne kadar içler acısıdır, değil mi?... “Allah’ın ayetlerini ucuz bir meta karşılığında satışa çıkarmayınız!” nehy-i İlahisine rağmen, Belamvarî bir rolle dinini, milliyetçiliğine payanda edenlerin; milliyetlerini dinleri ile takviye edenlerin akibet-i müdhişelerini düşündükçe dehşete kapılmamak mümkün müdür?

Evet, görünen o ki, Akgündüz Bey, gerçek bir Bediüzzaman’ı değil, hayalî bir Bediüzzaman’ı tanıyor ve taliplisi olduğu Bediüzaman da hayalî, yani “Seyyid” olan Bediüzzaman’dır. Olmayan bir Bediüzzaman’ın peşine yıllardır takılıp bu uğurda kafasını ve psikolojisini bozan Ahmet Hoca, nihayette bulduğu bir iki mikroskobik tahrir defteri sayfası, bir iki Arabî metin ve bir iki Osmanlı sicil kâğıdıyla kendini tatmin etmeye zorlarken, sürü zaviyesinde gördüğü biz okuyucu ve dinleyicilerinin de essahtan kani olacağı zehabındadır. Bu bakış açısı ve bu yaklaşım tarzı çok safça, hatta saftrikçe bir halet-i ruhiyenin göstergesidir. Ehl-i tahkik olan Nur Talebeleri –Ahmet Hoca’nın talebeleri değil– tezyin ve tasvir-i müdealara kanacak kadar akıl ve muhakeme zıvanasından çıkmış değillerdir. Onlar, delil ve bürhana tabidirler; Latince dizgisi yapılan şecerenin Arabî mukabilinin olmayışını yutacak kadar cahil değillerdir. Elbette biriler sözkonusu Arabî varakaları inceleyecektir ve inanıyorum ki bu tip misyonerce çalışmaları bertaraf edileceklerdir. Böylece, Nurları kendi kavmî ve siyasî emellerine alet edenlerin defterleri er veya geç dürülecektir. Şüphesiz, Zikri(Kur’an) indiren Allah, nasıl onu koruyacaksa, o Zikrin hakiki bir tefsiri olan Nurları da koruyacak; onu ehl-i kitap gibi tahrife kalkışanların yüzlerine canib-i İlahiyesinden şamarlar indirecektir.

Tahrif derken, yeni bir şeyi gündeme getirdiğim zannedilmesin; kafa karıştırmaktan, kalplere vesvese vermekten Allah’a sığınırım. Sadece bütün Nurcu kardeşlerime tavsiyem şudur: Lütfen, Allah rızası için, Nurun Osmanlıca nüshaları ile bütün yayınevlerinin tabettirdikleri külliyatları kitap kitap karşılaştırarak okusunlar; o zaman benim ne demek istediğim anlaşılır. Pek yakında, 1983 tarihinde hazırlanmış bir tahrifat listesini sunacağım; bu belgeyle birlikte, “Nurlarda tahrifat yoktur” diyenlerin açık yalanları gün yüzüne çıkacaktır. Bu yalancılar, kendi amaçlarına ulaşmak için her türlü çarpıtma ve saptırmayı mubah görürler. Hakkı batıl, batılı hak göstermeyi marifet sayarlar. Onlarda hakkın ölçüsü “Rabbanî düsturlar” değil, nefsanî taleplerdir. İslamî kimliği değil, millî ve ırkî kimliği önceleyen bu çevreler, gerekirse bütün kutsal değerleri kendi menhus emellerine alet etmekten hayâ etmezler. Uhrevî sorumluluktan ziyade dünyevî ve ulusal kaygıları önceleyen bu kesimler, sözde ehl-i tevhid, pratikte ise müşrikçe icraatlarda bulunurlar. Zahiren ahiret ve maneviyat ehli gibi görünen bu kimseler, özleri itibariyle kapitalist ve materyalistçe bir yaşama taliptirler. Zira patik(leri) ona delalet ediyor.

Seyyidlik propagandasıyla ortaya çıkan bu “kast sistemi” ve “imtiyazlılar” sınıfının hamileri, Allah’ın azametini, adaletini, merhametini, muktedir ve muhyi sıfatlarını göz ardı ederek, Siyonistlerin Yahovası gibi “ırkçı bir ilah” tasavvuruna teşne tutuyorlar. Ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkartan Allah’ı değil, ölüden sadece ölüyü, diriden de sadece diriyi halk eden bir Allah’a inanıyorlar. Âli şeyleri adileştiren, adiyi âlileştiren; azizi zelil, zelili aziz kılan bir Allah yerine, hep âliden âliyi, adiden adiyi; azizden azizi, zelilden zelili yaratan bir Allah tasavvuruna sahiptirler. Peygamberden müşrik evlat, müşrik babadan peygamber yaratmaya muktedir olan bir Allah inancı yerine, müşrikten sadece müşrik, peygamberden de sadece peygamber peydahlatan bir Allah inancını beslerler.

Evet, acaba Kayı aşiretinden Osman Bey’i ve ondan da Osmanlı Devletini çıkartan Allah; horlanan Kürtlerden Salahaddin-i Eyyubiyi ve ondan da bir imparatorluğu vücuda getirten Allah; dışlanan Berberilerden Tarık Bin Ziyad’ı ve ondan da İspanya fütuhatını ihdas ettiren Allah,hâşâ, yüzbin defa hâşâKürtlerden bir Said-i Nursî’yi çıkartmaya muktedir değil mi?! Böyle bir itikadî saplantı içinde olanlar için ne denilebilir, size soruyorum! Böyleleri için, “Kulillahu, summe zerhum fî havdihim yel’abun” ayetini okumamız, yerinde olmaz mı acaba!

Bediüzzaman sürekli –amma sürekli– “şahs-ı manevi” ve “zamanın cemaat zamanı” olduğu gerçeğini ta gözlerinin içine kadar sokarken, bir kısım Nurculara ne oluyor ki hala kafayı “mehdilik” ve “seyyidlik” tartışmalarıyla bozuyorlar, bozduruyorlar? Bu kısır ve fasit cenderenin tuzağından ne zaman kurtulacaklardır? Yıllar yılıdır bir arpa boyu mesafenin alınmadığı bu fer’i meseleler, neden bu kadar önemsenerek -adeta- “imanî” bir zaviyeye çıkartılıyor? (Akgündüz Bey’in teşebbüsünün de bu muhtevada olduğunu hatırlatmalıyım.)

Birilerinin, “Seyyid olmak Kürtlüğe, Kürt olmak da seyyitliğe engel değildir” demeleri tipik bir demagoji ve cerbezeciliktir. Zira bu sözün zımnında ve bir sonraki aşamasında yine kronik Kürt inkârcılığı vardır. Bu tür söylemler, Kürtlükten çıkartmanın ön hazırlığı, yumuşak geçişi ve kolaylaştırıcı enstrümanıdır. Hâlbuki tüm insanların Hz. Âdem’de birleşmesi ne kadar kesin ve doğru ise, ayrı ayrı kavimlere taksim edilmeleri de aynı kesinlikte bir doğrudur. Her iki doğrunun da doğrulayıcısı bizzat Allah’ın kendisidir. Ve bu doğru, kıldan ince, kılıçtan keskin bir sınavın ana sorusudur. Takva yerine ırk ve cinsiyeti esas alanlar bu sınavı kaybedenlerdir. Birbirini tanımak ve yardımlaşmak yerine inkâr ve imhaya çabalayanlar, yani ırkçılar-faşistler sınavı kaybedenlerdir. Bu ince çizgiyi aşmamak ve haddimizden taşmamak, en büyük insanî ve İslami erdemdir.

Devam edecek...

Birinci bölümü okumak için...

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.