SAİD-İ KÜRDÎ-KTC VE ŞERİF PAŞA POLEMİĞİ (III)
Abdullah Can
21 Kasım 2015 Cumartesi 13:26
Makalemin 3’üncü bölümüne başlarken, başta okuyucularım olmak üzere, kamuoyunun efkârını bir konuda şeffaflığa davet ediyorum. O da şudur: Bir insana, camiaya ya da devlete “Irkçı” diyebilmek için; aşağıdaki şartların gerçekleşmesi bir esastır, yoksa durduk yerde ırkçılık ithamında bulunmak, ithamda bulunanın imanını tehlikeye düşürür.
1- Kişi, camia ya da devlet olarak; münhasıran bir etnik unsurun hak-hukukuna odaklanıp, insanlık ailesinin diğer bileşenlerinden bihaber ve bigâne yaşıyorsa...
2- Kişi, camia ya da devlet olarak; münhasıran belli bir etnik unsurun sevgisi esas alınıyor ve aşılanıyorsa… Bir başka ifadeyle, kendi ırkına olan muhabbeti başkalarının düşmanlığına bina ediyorsa…
3- Kişi, camia ya da devlet olarak; münhasıran bir etnik unsuru yüceltip takdis ediyorsa; bir başka ifadeyle, mensubu oldukları ırkın cins ve anatomik üstünlüğü gibi şarlatanlıkları savunuyorsa; savunanlara karşı, kör, sağır ve dilsiz davranıyorsa...
4- Kişi, camia ya da devlet olarak; münhasıran bir etnik unsurun dilsel ve kültürel hâkimiyetine çalışılıyorsa; ya da çalışanlara karşı, Allah’ın kevnî ve fıtrî ayetlerinin korunması adına mücadele verilmiyorsa...
İşte, birileri için “ırkçıdır” diyebilmek için, bu dört temel kriteri göz önünde tutmak zorundayız; yoksa adalet adına zulüm, ilim adına cehalet, bilgiçlik adına ukalalık yapmaktan kurtulamayız. Allah’ın kabulünü red, yarattığını imha, düzenini tahrip edenler, asıl ırkçılar iken, hedef saptırarak, hak ve hukuktan bahsedenler için “ırkçılık yapıyor(sun)” yakıştırması, en sıradan ifadeyle, aklını ekmek-soğanla yemek demektir. Her ne ise, Rum Suresinin meşhur ayetini hatırlatıp asıl mevzumuza dönelim: “Yerlerin ve göklerin yaratılması gibi, dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da O’nun ayetlerindendir. Bilenler için, bunda ibretler vardır.” (Rum, 22)
Evet; önceki yazımda, Üstad’a mal edilen ancak “muhteva” ve “mantalite” itibariyle onunla hiç bir alakası olmayan “Sebilürreşad”ın malum makalesini cümleler halinde mercek altına almıştım; maddeler halinde analize tabi tutmuştum. En son 10’uncu maddede kalmıştım. Aynı maddeye ilaveten, şunları da söylemekte fayda mülahaza ediyorum:
Şerif Paşa’nın, Bogos Nobar Paşa’yla –güya– yaptığı iddia edilen anlaşmanın protesto edilmesi amacıyla çeşitli Kürd illerinden gönderilen telgraflar, aslında bölgede bulunan İttihadçı valiler, kaymakamlar, ordu komutanlarıyla sair devlet görevlilerinin tanzim edip gönderdikleri telgraflardır; yoksa bölge halkının ya da kanaat önderlerinin protestoları değildir. Ayrıca, bölgede iyice örgütlenmiş “Kuvva-i Milliyeci/Millî Mücadeleci kuruluşlar”, ya halktan bihaber olarak, ya da –ülkenin hassas ve kritik durumunu nazara vererek– bir çeşit iğfal ve ajite ederek, halkın ileri gelenlerine bu protestoları söylettirmişlerdir. Söylemleri yazıya döküp taraftar gazetelere gönderenler, yine malum çevrelerdir. O dönem itibariyle, Sebilürreşad’ın “Milli Mücadele”ye olan destekleri ve ateşin yazıları herkesçe müsellemdir. Eşref Edib’in “Milli Mücadele Yılları” adlı eseri bunun en bariz örneğidir. Ancak, Milli Mücadele söylemleriyle milleti iğfal edenlerin, daha sonraları milleti de ve mücadeleyi de tanımadıkları; red-i miras ettikleri ayan beyandır. Şimdilik, o konuya girmiyorum.
Evet; Şeyh Said’i yalnızlaştırmak için; “İngiliz bağlantılıdır” propagandasını yapanlar, 1920’de de işbaşındaydılar. Her ne kadar iktidarda olan “Hürriyet ve İtilâf Partisi” (Damat Ferit Hükümeti) idiyse de, asıl muktedirler yine İttihad ve Terakki Komitesi’dir. Bu örgütlü komite, Şerif Paşa ve Nobar Paşa meselesinde de, olayı İngilizlerle irtibatlandırdı. Propagandist komite, bölge insanının(Kürdlerin) olaydan bihaber oluşunu, ulaşım ve iletişimin yetersizliğini, okuma-yazma oranının düşüklüğünü, gündemi takip edemeyişlerini; iflah olmaz İngiliz karşıtlıklarını ve İslâmî hassasiyetlerini fırsat bilmiş; sonuna kadar kullanmışlardır.
Kuvvacıların(İttihadçılar), Damat Ferit Paşa üzerinden yürüttükleri Hürriyet ve İtilaf Fırkası düşmanlığı, sonrasında saltanat düşmanlığına, derken hilafetin kaldırılmasına ve nihayet İslami değerlere karşı topyekûn savaşta karar kılmıştır. Şerif Paşa, bu din ve devlet düşmanları için, haklı olarak “cem’iyet-i merdude”, “şirzime-i katîle”, “hizb-i mütegallibe”, “hey’et-i sefile”, “üç buçuk sefil”, “adi serseriler”, “hain-i vatan” demektedir ki, aynen öyledirler; eksik bile demiştir. Hatta “Bir Hasbihal” adlı kitapçıkta, İttihadçıların iki başka yanlarına da dikkat çekiyor ki, belgesini vermezsem, rahat etmeyeceğim. İşte:
Altını çizdiğim birinci belgede, İttihadçılar için aynen şöyle diyor: “İtalya teb’asından olan birçok Selanikli evlad-ı İsrail’den farmasonların şakird-i mağfellerine düşünce, bedbaht Trablusgarb birdenbire bütün vesait-i müdafa’adan mahrum edildi...” Buna göre, işe hükmeden İttihaçıların farmason, yani beynelmilel Siyonizm’in ileri karakollarından biri olduklarını ve koca Tarblusgarb’ı, göbek bağıyla bağlı oldukları İtalya’ya (İtalyan Maşrık-ı Azam’ına) terk etiklerini okumaktayız. İkinci belgede ise; “Cem’iyet-i İttihadiye’nin ta’kib eylediği Türkleştirmek siyaset-i, nihayet Balkan anasır-ı muhtelifesini, hükümat-ı sağiresini müttehiden aleyhimize sevk eyledi... Cem’iyet’in ta’kib ettiği Türklük siyaset-i sakimesinin mühlik olduğunu kerraren izah eylerken, netayicini teessürle şerh etmedi miydi?” demekle, İttihadçıların Türkçülük cereyanını devlet siyaseti haline getirttiklerini ve fitnenin ilk ateşleyicileri olduğunu gözler önüne seriyor.
Şimdi düşünelim; İttihadçıların bu amansız düşmanı hedef olmasın da kim olsun? Peki, ya Üstad’ı Şerif Paşa’nın karşısına konuşlandıranlara ne demeli? Üstad’ı İttihatçılarla, sonrasında da Kemalistlerle dost ve müttefik yapan zihniyete ne demeli? Bu, planlı ve organizeli bir operasyon değil midir? Şerif Paşa’nın Osmanlı devletine, Müslümanların ittifak ve ittihadına ne kadar sahip çıktığını anlamak isteyenler, lütfen onu, düşmanlarından değil, ya kendi yazdıklarından, ya da tarafsız hamiyetperverlerden öğrensinler. Mesela Mehmed Selahaddin’in “Bildiklerim” adlı eserinin Osmanlıca nüshasının 160 ila 171 aralığındaki sayfalarına, ya da İnkılâp Yayınları tarafından “İttihad ve Terakki’nin Kuruluşu ve Osmanlı Devleti’nin Yıkılışı Hakkında Bildiklerim” adıyla sadeleştirilmiş nüshanın 121 ila 131’inci sayfalarına bakılsın. Numune olarak aslî nüshadan iki belge verelim:
Birinci belgede, Şerif Paşa için şu yüksek övgüleri okumaktayız; “Şerif Paşa Hazretleri, Devlet-i Ebed Müddet-i Osmaniye’de senelerce hidemat-ı bergüzide ibraz buyuran ve müte’addid mutasarrıflık ve valiliklerle mühim ve mu’tena me’muriyetlerde ve birçok sefâret-i seniyede ve müddet-i medîde Hariciye Nezareti ile Şura-yı Devlet riyasetinde bulunmuş olan Kürdistan’ın en kadîm ve asîl “âli hânedan ailesi” emir ve reis Hüseyin Paşazade vüzera-yı saltanat-ı seniyeden Mehmed Said Paşa Hazretleri’nin necl-i necibidir. Şura-yı Devlet reisi Said Paşa merhum gibi, devlet ve memleketine kemal-i sıdk ve istikametle yarım asırdan ziyade hizmet eden kudema-i vüzeradan bir zat-ı hamiyet-simanın mahdum-u dirayet-mevsumları olan Şerif Paşa Hazretleri, pederleri merhuma hakikaten hayru’l-halef bir mücahid ve vatanperverdir.”
İkinci belge ise, İttihadçıların, bir türlü baş edemedikleri Şerif Paşa’yı ortadan kaldırmaya azmettikleri anlatılmaktadır. Bunun için de takma adıyla “Ali Cevad” olan ve aslen Arapkir Kürdlerinden “Burhaneddin” adındaki bir kiralık katili Paris’e gönderdikleri, ancak malum caninin, Şerif Paşa’nın damadı Salih Beyefendi tarafından farkedilip, katledildiğini(14 Kânun-i Sani 1914, Çarşamba sabahı) yazmaktadır. İşte bu iki belge, İttihadçıların neden bu kadar Şerif Paşa aleyhtarlığında yoğunlaştıklarını anlamak için yeterdir zannedersem. Burada ilginç bir nokta da, Kürdü Kürde kırdırmanın, kadim bir İttihadçı gelenek olduğunun anlaşılmasıdır. Bununla ilişkili olarak, şu hususu da vurgulamalıyım:
İlk olarak Şerif Paşa ve ailesi hakkında ağza alınmayacak en galiz ve en iğrenç ifadelerle “Boş Herif” kitapçığını yazan da yine Diyarbakırlı bir İttihadçıdır. Bu İttihadçı, Süleyman Nazif’tir. Süleyman Nazif, İttihadçıların Musul valisi iken, Şeyh Abdüsselam Barzanî’yi idam ettiren kişidir. Kürtlerin meşhur deyimiyle, “Kurmê darê ne ji darê be, dar narize”, yani “Ağacın kurdu kendisinden olmazsa, ağaç çürümez.” gerçeği bir kez daha tahakkuk etmiştir. Nazif, malum kitabında, Sultan Abdülhamid için, “tacidar-ı hunhar”, “kızıl sultan”, “eli kanlı” gibi yakıştırmalarda bulunurken, Midhat Paşa’yı göklere çıkartır; onun için “bu ümmetin en büyük adamı” der. Aynı şahıs, 31 Mart Hadisesi için ise, “31 Mart hadise-i irticaiyesi” şablonuyla, klasik ve anakronik İttihadçı/Kemalist söylemin ilk mucidi olur.
Ahmet Akgündüz’ün de Kürtlerden bahsettiği “Arşiv Belgeleriyle BSN” kitabında, Dr. Friç müstear adıyla İttihadçı Habil Âdem’in inkârcı ve idlalci tezlerine başvurması, yine bu anakronik damarın bir tevarüsüdür.
Zihinlerinizi, Şerif Paşa’nın bir çeşit savunması olan “Şura-yı Ümmet Yahut Numune-i Denaet” adlı broşürüne, “Ahval-i Hazıra” ve “Bir Hasbihal” isimli kitapçıklarına havale ederken, tekrar “Sebilürreşad” gazetesinin malum makalesine dönelim; dönelim, çünkü sözkonusu makale, Risale-i Nur neşriyatı yapan bazı yayınevlerince, aynı makale Said-i Nursî Hazretlerinin bir kitabına da eklenmiştir. Zaten bizi harekete geçiren ana saik de budur; zira bu makaleye can simidi gibi milliyetçi çevreler, adı geçen kitabı kaynak göstermektedirler. Bu durumda, buna sessiz kalmak, “evet” demek anlamına gelir ki, o “evetçiler”den olmamak için bu yazıyla tavrımı ortaya koydum. Bu çerçevede, malum makaleyi mercek altına aldım ve ilk iki yazımda makalenin Üstad’a ait olmadığını, olamayacağını gerekçeleriyle birlikte ortaya koydum. Gerekçeli eleştirilerime devam ediyorum:
11- Gazete yazısındaki şu ifadeler, asıl amacı ortaya koyarken, bu yazının Üstad’la hiçbir ilgisinin olmadığını da ayan-beyan göstermektedir. Şöyle ki: “Kürdlük davası pek manasız bir iddiadır. Çünkü her şeyden evvel Müslümandırlar.” İnsanlar önce insan olarak doğar, sonradan din ya da ideoloji tercihi yaparlar. Amenna, Kürdler Müslümandır, ona diyeceğimiz yok. Ama “Her şeyden evvel Müslümandırlar” sözünün arakasına gizlenip hiçbir beşerî ve toplumsal hakkı onalar tattırmamak da kurnazlıktır, üçkâğıtçılıktır ve asıl “aldatma” da buna denir. İslâm, “Kendi nefsin için istediğini mümin kardeşin için de istemedikçe iman etmiş olamazsın!” dediğine göre, neden “maddi” hukuktan bahsetmiyorsunuz? Mesela şu “Kürdlük davası pek manasız bir iddiadır” saptamanıza ne demelidir? Böyle bir saptamayı Üstad’a mal etmeğe nasıl utanmadınız, Sayın “İslâmcı”(!) Sebilürreşad editörü ya da yöneticileri!
Peki, “pek manasızdır” dediğiniz “Kürdlük davası” gerçekten de manasız mıdır? Gerçekten Üstad bu mes’eleyi manasız gömüş müdür? Madem Üstad’ı kullanarak “manasızlığı” ileri sürülmüştür; o halde ondan birkaç örneklemeyle şu “manasız”lızlığın manasızlığını ortaya koyalım. “Eski”, “Yeni Said”in kitapları ortada dururken, onun adına söylenen sair sözlerin kıymet-i harbiyesi yoktur. Onun adına ileri sürülen bütün tez ve iddiaların yegâne ölçütü, eserleridir; muvafıksa kabul, değilse red mesabesindedirler. Onun için biz de bu konuyu onun eserlerine danıştık; onlar ne diyor, ona bakalım istedik…
a) “Eğer dâiye-i teferrüd, ihtilâf, hodfuruşluk, meylü’l-ağalık, milleti istihdam, aldanmak ve aldatmak sun’î Kürdlük muktezasından gösterilse; şâhid olunuz, o Kürdlükten istifamı veriyorum... Ve cesaret ve sadakat ve diyanetin unvanı olan tabiî Kürdlükle iftihar ediyorum. Nasıl ki, zaman-ı istibdatta bu tabiî Kürdlük için timarhâneye düştüm. Divânelerin hekîmine dedim: “Eğer müdahane, temelluk, tazarru-u sinnurî, tabasbus-u kelbî, menfaât-ı umumiyeyi menfaat-ı şahsiyeye feda etmek aklın muktezasından addedilmek lâzım gelirse; şâhid olunuz, ben o akıldan istifamı veriyorum ve divanelikle iftihar ediyorum.” Ey Kürdler!.. Timarhaneyi kabul ettim, Kürdlüğü lekedâr etmemek için irade-i pâdişahı ve maâş ve ihsan-ı şahâneyi kabul etmedim.”(Asar-ı Bediîye, Envar Neşriyat, s. 253-254)
Not: Kelimelerin bu günkü karşılığını vermiyorum; isteyenler, lütfen lügate başvursunlar!
b) “Kürdlük davası pek manasızdır” iddiasıyla Üstad’ı alet etmeye çalışan Sebilürreşad’a ve onun bu günkü temsilcilerine, Üstad’ın 3 Aralık 1908 tarihli “Şark ve Kürdistan Gazetesi, Sayı: 1”de neşredilen “Kürdler Yine Muhtaçtır” makalesiyle aynı gazetenin 2’nci sayısındaki “Kürdler Neye Muhtaçtır?” makalesini öneriyorum; bu iki makalenin içeriğine dikkat edilsin, ta ki bu “manasızdır” sözünün manasızlığını anlasınlar!. (Bkz. Asar-ı Bediîye, Envar Neşriyat, s. 259 ve 364) Üstad’ın Kürtçeye, Kürdistan’da açılacak okulların şekline ve Kürdlerin gelişmesine dair taleplerini muhtevi olan bu iki makalecik, onun, “Kürdlük davası pek manasızdır” diyenlere en müskit cevabı ve unutulmaz şamarıdır; mutlaka bakılmalıdır.
c) “Kürdlük davası pek manasızdır” iddiasına Üstad’ı alet eden Sebilürreşad’a ve bu makalenin üzerine kapanıp Üstad’ın Kürdlere dair meşru taleplerini görmezden gelen milliyetçi, ırkçı ve devletçilere bir örnek de onun 4 Aralık 1908’de “Kürd Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı:1”de neşrettiği “Ey Gelê Kurdan!”(Ey Kürd Halkı!) başlıklı makalesidir. Bu makalecikle, Kürdlerin üç temel düşmanını tanıtmakta, bu düşmanlardan kurtuluşun yol ve yöntemlerini göstermektedir. Bakılmalıdır; ta ki “Kürdlük davası pek manasızdır” sözünün anlamsızlığı anlaşılabilsin.
d) Bu konuda bir diğer örnek, “Münazarat” kitabının kendisidir. Bu kitabın diğer adı “Reçetetü’l-Ekrad”dır, yani “Kürd Reçetesi”. Bu kitap, anlatılmakla değil, okumakla anlaşılır. Serapa, Kürdlerin bir halk olarak “hak” ve “hürriyet”lerini,” vazife” ve “sorumluk”larını en tafsilatlı şekliyle anlatılmaktadır. Sosyal, siyasal, ekonomik, hukukî ve inançla alakalı tüm problemlerin teşrih masasına yatırılıp tedavi edildiği bu reçeteyi bilmeyen, okumayan birisinin, bol keseden “Kürdlük davası pek manasızdır” demesi ne kadar saçma ise, “Said-i Kürdî Kürdler için ne yapmış ki!” demek de bir o kadar manasız ve yavandır. Özellikle de bir manifesto niteliğindeki “Ey Asurîler ve Kiyanîlerin cihangirlik zamanında pişdâr, kahraman askerleri olan arslan Kürdler!” makalesi, Üstad’ın Kürdlük davasıyla ne kadar yakından ve ciddiyetle meşgul olduğunu göstermektedir. O davanın “anlamsız”lığında ısrar eden zihniyet ve uygulamaların, bu ülke ve insanına ne felaketler getirdiğini, sadece son 30 yılın serencamına bakılırsa, fazlasıyla anlaşılır zannederim.
e) Üstad’ın 55 sene byunca kurulmasına çalıştığı ve “hayatımın gayesidir” dediği “Medersetü’z-Zehra” ünivresitesi projesi, başlı başına bir azim davadır ki, özü itibariyle “Kürdistanî” bir projedir. Bu projeyi, o kadar önemsemiştir ki, iman hakikatlerine verdiği ehemmiyetin derecesini ona atfetmiş ve talebelerinden mutlaka maddi inşasını talep etmişlerdir. Münazarat’ta, bu projesine ayrı bir mebhas ayırırken, Cumhuriyet döneminde de sık sık bundan bahsetmiş; projesinin bölgesel ve evrensel boyutunu anlatan yazılar neşretmiş; hükümet yetkililerinden kurulması yönünde taleplerde bulunmuşlardır. (Örnek olarak, bkz. Emirdağ Lahikası, Envar Neşriyat, s. 253-255)
f) Üstad’a yapılan saldırılardan birinin ve hatta en etkili saldırı aracının ona nisbet ettikleri “Kürdçülük” yaftası olduğu dikkate alınırsa, Üstad’ın buna karşı duruşu ve verdiği cevaplar, onun “Kürdlük davası pek manasızdır” demediğinin ve görmediğinin nişanesidir. Mesela Mektubatta geçen şu ifadeler, onun –hâşâ– kaçamak cevaplarla “manasız”lığı ima dahi etmediğini, doğrudan karşı saldırı pozisyonunu alarak bu ithamı, ithamcıların yüzüne şamar gibi aşkettiğini göstermektedir. Şöyle ki: “Eğer milyonlarla efradı bulunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürdlerin milliyetini kaldırıp, onların dilini onlara unutturduktan sonra; belki bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usûl-ü vahşiyane olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhasın keyfine tebaiyet edilmez ve etmeyiz!”(Mektubat, Envar Neşriyat, s. 430)
Hâsılı: Said-i Kürdî adına, “Kürdlük davası pek manasızdır” diyenler, başkalarını değil, sadece kendilerini aldatmışlardır. Zira “Önce en yakın akrabalarını uyar!”(Şuara, 214) ve “Kavmini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat!”(İbrahim, 5) gibi ayetleri bizden çok çok iyi bilen bir Bediüzzaman’ın bu meseleye lakayt kalması, Allah’ın önemsediğini, onun –hâşâ– önemsiz ve manasız görmesi düşünülemez. Onun manasız gördüğü “ırkçıkık”tır, “kafatasçılık”tır. Bunu da münhasıran Kürdler için değil, bütün milletler için tehlikeli görmüştür, “asabiyet-i cahiliye” ve “Frenk illeti” olarak değerlendirmiştir. Onun lisanında ırkçılık, “Başkasını yutmakla beslenmektir.” Hâlbuki onun, Kürdlere dair bütün izahları, millet sevgisinin ve hemcinsine şefkatin “müsbet” boyutu itibariyledir. Red, inkâr ve asimilasyon boyutlu milliyetçilik, her zaman için onun hedefinde olmuş; şeytanı recmeder gibi bunu da tel’in etmiştir. Mesela:
“Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in'ikas edip dalgalanan bir ziyadır.”(Mesnevi-i Nuriye, Envar Neşriyat, s. 112) tanımlaması, onun ırkçılığa dair değerlendirmelerinden sadece bir tanesidir.
12- Sebilürreşad’ın Üstad’a mal ettiği bu yazıda, “Ermenilerle aynı ırktan bulunup bulunmadıkları meselesi onları(Kürdleri) bir dakika bile işgal etmez.” demektedir. Bu cümle de, bütün garabetiyle “Ben Said-i Kürdî’ye ait değilim!” diye bağırmaktadır. Niye mi? Çünkü bu iddiayı Üstad’a mal etmek, onu, –hâşâ– cahillikle ithamdır. Hâlbuki o, Sami, Aryan ve Turanî kavimlerin birbirinden ayrı olduğunu herkesten daha çok bilendir. Onun “Mebusana Hitab” makalesinde zikrettiği “Turan ve Ariyan ve Sami’yi tevhid…” cümlesi, onun bu farkı ne kadar net fark ettiğinin en açık ispatıdır. Dolayısıyla, Ermenilerle Kürdlerin Aryanî/İranî kavme mensup oldukları, konunun ehlî bütün otoriterlerce kabul gören bir mütearife iken, bu saçmalığı Üstad’a mal etmek, kendi cehalet şalını onun üstüne atmak kadar bir hamakat örneğidir. Gazete, bu hamakatı o dereceye taşımış ki, bir de “Kürdlerin, Arab kavm-i necibi ile ırken alâkadar bulunduğu hakaik-ı tarihiyedendir” demesin mi? İşte, güler misin, ağlar mısın?!
Herhalde bir âlimi kötülemenin, gözden düşürmenin bir yolu da bu olsa gerek… Onun adına yalan-dolan şeyler uydurmak. Arapların Sami, Kürdlerin Aryanî oldukları kesin iken, bu saçmalığı göze almak, herhalde “Cahil cesurdur” özdeyişinin ifadesi olmalıdır. Bütün Sosyolojik, Antropolojik, Etimolojik ve Etnolojik verileri düz geçen bu saçmalığı, daha doğrusu “saplantı”yı Üstad Bediüzzaman’a mal etmek, –olsa olsa– kendi zayıf ve temelsiz iddia/ideolojilerini sağlam bir zemine oturtmanın arayışından başka bir şey değildir. Hem, “Esasen, bu tarihe ait bir mevzudur” diyeceksin, hem de tarihî gerçekleri alabora edeceksin, olacak şey mi? Bu bariz ve izahtan vareste mevzuyu dikkate değer bulmadığımdan gülerek geçiştiriyorum; Allah, akıl, fikir ve iz’an versin diyorum.
13- Gazeteci Efendi ya da efendiler, “İslâmiyet, herhangi bir ırkın diğer bir unsur-u İslâm aleyhine olarak menfi surette intibah hâsıl etmesini kabul edemez.” diyerek ulemaca bir keşifte(!) bulunuyorlar. Fesübhanallah! Ne zaman ki Kürd ve Kürdistan’a dair bir hak veya talep gündeme geliyor, hemen akabinde şu ırkçılığa dair güzellemeler de peş peşe dizili veriyor. Yahu, bunu önce kendinize ders verseniz ya! Irkçılık yapan, hakları gasp eden, kardeşlik hukukunu payimal eden sizlersiniz. Bu sizin yaptığınıza “Yavuz hırsızlık” denir. Komşunun duvarını delmiş, evinden mal götürüyorsunuz! “Yapmayın, etmeyin; komşuyuz, kardeşiz!” feryatlarına mukabil, “güçlüyüm, haklıyım!” felsefesine başvuruyorsunuz. Kusura bakmayın, pisliği karla saklamak mümkün olmadığı gibi, ayet ve hadisleri çarpıtarak zulmünüzü, gaspçılığınızı meşrulaştırmazsınız. Kimlerin hangi ırkı egemen, hangisini bastırıp susturmaya çalıştığı aşikârdır. Onun için, kabul edilmeyen, mazlumun canhıraş feryatları değil, zalimin naralarıdır. Kur’an, aynen şöyle diyor:
“Zulme uğradıktan sonra, kendini savunup hakkını alan kimseye bir yol (ceza ve sorumluluk) yoktur.”(Şura, 41) Müteakip ayet ise, “Ceza yolu, ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenler içindir. İşte onlar için elemli bir azap vardır.”(Şura, 42) şeklindedir. Hüküm ve hakem bu ayetler olsun; enaniyet ve unsuriyetçilik sussun diyoruz. Bu hükümlere rağmen, heva-i nefislerini ilahlaştıranlara karşı nihaî savunmamız, yine “İlahî” olan şu hüküm olacaktır: “Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, mümin erkek ve kadına artık işlerinde ‘başka yolu’ seçmek yaraşmaz. Allah'a ve Peygamber'e başkaldıran, şüphesiz apaçık bir şekilde sapmış olur.”(Ahzab, 36)
14- Gazetenin Üstad’a mal ettiği bu mevkutede geçen “Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler, esasat-ı İslâmiyeye muhalif hareket ediyorlar.” sözünü doğru kabul edelim, ancak, aynı cümlenin devamında geçen “Bunlar da kimlerdir? Bir-iki kulüpte toplanan beş-on kişi” cümlesine “evet” demek mümkün değildir. Zira “beş-on kişi” dedikleri, Kürdistan Teâli Cemiyeti’in yönetici kadrosudur. Ve bunlar, “Kürdleri Müslümanlıktan ayırmak isteyenler”dir. Hâşâ!... Bu cemiyetin tüzüğü ortadadır; faaliyetleri ve hedefleri bilinen şeylerdir. Hiçbir maddesinde, gazetenin iddiasını ispatlayan bir sarahat yoktur; imasına da rastlanmaz. Tamamen işkembeden savrulmuş bir iddia; aleyhtarlık algısı üzerinde oturtulmuş bir tezdir. Zira adı geçen cemiyetin, (bir kolu olan Kürd Kadınları Teali Cemiyeti de dâhil) “Nizamname”sinde, iç-dış tüzüğünde Kur’an’a aykırı bir şey bulamazsınız. Bulamazsınız diyorum, çünkü başta Seyyid Abdülkadir olmak üzere, bu cemiyetin kurucuları, âlim ve fazıl insanlardır. Azalardan birinin de Üstad Said-i Kürdî(Nursî) olduğunu tekrar hatırlatalım.
Demek gazete, Üstad’ı kullanarak hem cemiyeti karartmaya çalışmış, hem de kurucu, yönetici ve azalarını(üyelerini) itibarsızlaştırmaya çalışmıştır. Gerçekler, gazetenin iddiasının tam aksinedir; Cemiyet’in, bırakın Kürdleri Müslümanlıktan koparmaları, aksine İslâm dünyasının eşit ve özgür bir üyesi olmak çabası vardır. Kürdleri esaretlerinden çıkartmak istemeyen köleci kompradorlar, bu türden yalanları uydurmaktan, iftiraları yaymaktan –o gün de, bu gün de– hicap etmemişlerdir, etmeyeceğe de benziyorlar.
Allah’ın saptırdığını kimse hidayete getiremez; tıpkı onun hidayete erdirdiklerini kimsenin saptıramadığı gibi…
Bir sonraki yazıda, nasip olursa bu konuyu tamalamakla birlikte, “İkdam”da yayınlanan “Kürdler ve Osmanlılık” makalesini tahlil edeceğim. Çünkü bu küçük protesto yazsının altında iki “sadât”la(seyyidle) birlikte, Üstad’ın adı da geçmektedir. Ayrıca, bir önceki yazıyla da alakadardır. Ancak, bunun da Üstad’ı temsil etmediğini, ona ait olamayacağını –inşaallah– akıl ve kalp gözlerinin önüne sereceğiz.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.