24 Kasım 2024
  • İstanbul3°C
  • Diyarbakır9°C
  • Ankara0°C
  • İzmir7°C
  • Berlin3°C

SAHTE CUMHURİYET

Ahmet Altan-

10 Haziran 2010 Perşembe 22:56

Burada “bir devlet kurmuş” gibi yapmışlar ama devlet kurulmamış aslında.

Geçimlerini, halktan toplanan paralardan sağlayanlar, hem bu paraları keyiflerince kullanmışlar, hem de bu paraların hesabı sorulamasın diye bir “baskı” düzeni oluşturmuşlar.

Ne ordu, ordu olabilmiş burada, ne de yargı, yargı olabilmiş.

İkisi de, “halktan geçinenlerin” sultasını savunacak birer mekanizmaya dönüşmüşler.

Ekonomi, siyaset ve din “devletin” denetimi altına alınmış.

Bu düzen içinde biz yıllarca kavruk, fakir, güçsüz bir şekilde yaşamışız.

Soğuk Savaş döneminde, Sovyetler’le çıkabilecek bir savaşta “nükleer çöplük” haline gelmeyi kabul etmemiz karşılığında, Batı dünyası bu “devletimsi” düzeni desteklemiş, ülke içindeki baskılara göz yummuş, arada sırada da para vermiş.

İlk büyük kırılma, Turgut Özal’ın “ekonomiyle devletin” bağlarını kesmesiyle ortaya çıktı.

Halkın bir kesimi, devletten bağımsız olarak iş yapıp zenginleşmeye başladı.

Devlet denetiminin dışında bir ekonomi oluştu.

Bu ekonomi, dış dünyayla ilişkiler kurmaya, ihracat ve ithalat yapmaya koyuldu.

Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte, devletten bağımsız bir şekilde zenginleşmiş olan kesimler siyaseten de “devletten” bağlarını koparmak için harekete geçtiler.

Ekonominin “devletten” kopması karşısında hazırlıksız yakalananlar, siyasetin devletten bağımsızlığını ilan etme girişimlerine “askerî” önlemlerle karşı koyabilmek için hareketlendiler.

Ordu içinde, bugün de hâlâ devam eden “darbe” arayışları hızlandı.

Ekonomiyi devletten koparıp, siyasette de bağımsızlık arayanların çoğunlukla “muhafazakâr” olması, darbe isteyenlere “laiklik” mazeretini kullanma şansını verdi.

O dönemde hız kazanan “kürselleşme”, bu darbe arzularını da engelledi.

Bugün yeniden şekillenen dünyada ve Türkiye’de, “devlet” kılığındaki baskı düzeninin nasıl “kof” bir yapı olduğu gittikçe daha çarpıcı ve kanlı bir biçimde ortaya çıkıyor.

Yargı sistemimizin yargıyla da hukukla da ilişkisi olmadığı, Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı ihlal eden kararlarıyla, Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun Şemdinli savcısını görevden atmasıyla, “yargı içindeki” tuhaf ilişkilerin aydınlanmasıyla, saklanamayacak bir biçimde gün yüzüne çıktı.

Ordunun da ordu olmadığı, çeşitli olaylardaki ihmallerle, aldırmazlıklarla, korkunç uygulamalarla anlaşıldı.

Şu son İskenderun faciası, ordu sandığımız yapının aslında ordu olmadığını çok net biçimde bize gösteriyor.

Ordunun içinde “gerçek bir ordu” kurulmasını isteyenler var ama “ordulaşmamak” için direnenler hâlâ daha fazla.

2009 ocak ayında, bir askerî denetleme heyeti İskenderun’daki birlikleri dolaşıyor.

Oradaki kışlaların büyük bir korunma zaafı içinde olduğunu saptıyor.

Neler yapılması gerektiğini tek tek belirtiyor ve bunu bir raporla bildiriyor.

Kimse dinlemiyor.

Ardından, 2009 ağustosunda, İskenderun’daki birliklere bir PKK saldırısı olacağı tesbit ediliyor.

Bir PKK militanının üstünden çıkan belgeler ve fotoğraflar bu saldırının yapılacağını açıkça gösteriyor.

İskenderun uyarılıyor.

Gene bir önlem alınmıyor.

2009’un aralık ayında, bir askerî heyet PKK saldırısına hedef olacak birliklere gidiyor ve oranın komutanlarına bir saldırıyla karşılaşacaklarını haber veriyor.

Gene kimse aldırmıyor.

Ve, 2010 mayısında tam söylenen yerde bir PKK saldırısı gerçekleşiyor.

Altı asker ölüyor.

Böyle bir ordu olur mu?

Bir askerî birliğin korunmasız olduğu saptanıyor, bir saldırıya uğrayacağı belirleniyor, raporlar yazılıyor.

Buna rağmen askerler ölüyor.

Ordu, kendi içindeki darbe ve Ergenekon sanıklarını kurtarmaya harcadığı çabanın yüzde birini bile askerlerini korumak için harcamıyor.

Göz göre göre ölüme bırakılıyor çocuklar.

“Yeni dünyada” uluslararası bir aktör olmak isteyen Türkiye, bu isteğini, elindeki bu ordu ve yargıyla nasıl gerçekleştirecek?

Kendi iç çelişkilerini henüz çözemeyen “kürselleşmiş” dünya, bir yandan Türkiye’yi güçlü bir aktör olmaya iterken, bir yandan da onu engellemeye çalışıyor.

Henüz “devletleşemeyen” Türkiye’yi bu yeni dünyadaki “çekişmede” asıl zorlayacak olan dış güçlerden ziyade, içerde “devletleşmeye” karşı çıkan unsurlar.

Türkiye, gerçekten güçlenmek istiyorsa önce ordusunu ve yargısını düzeltmek zorunda.

Dünyada bir rol oynamak için önce devlet olmamız, devlet olmamız için de önce ordudan ve yargıdan hesap sormamız ve onları süratle düzeltmemiz gerekiyor.

Yoksa, bir “devletimsi” ucube olarak, dünyanın çekişmeleri arasında ezilir gideriz.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.