RİSALE-İ NUR’IN TAHRİFATI (ÜMMETTEN KAVMİYETE TAHVİL ÖRNEĞİ) (6)
Abdullah Can
06 Şubat 2013 Çarşamba 12:45
1952 yılında Gençlik Rehberi Mahkemesi dolayısıyla İstanbul’a celbedilen Üstad, burada Eşref Edib’e bir mülakat(ropörtaj) verir. Eşref Edib, Sebilürreşad adlı mecmuanın hem sahibi hem başyazarıdır. Röportaj, son derece hamasî ve heyecanlı ifadelerle yüklü olduğundan, özellikle genç Nur Talebelerinin en çok okudukları ve adeta ezberledikleri bir yazıdır. Tahrifata dair seriyazımızın bu altıncı bölümü, sözkonusu röportajda yapılan bir tahrifatı gözler önüne serecektir.
1952’de Sebilürreşad mecmuasında orijinal haliyle yayınlanan röportaj, 1960’a gelindiğinde, muhtevasından can alıcı bir cümle çıkartılarak (tahrif edilerek) yeniden yayınlanmıştır. Ancak, yapılan tahrifatı incelediğimizde, adı geçen röportajın, Sebilürreşad’da yayınlanmadan 2 yıl önce, yani 1958’de Samsun’da, Sinan Matbaasında, ilk defa Latin harfleriyle basılan Tarihçe-i Hayat’ta, “Tahliller” adıyla –ama tahrifli olarak– yayınlandığını gördük. Bu durumda; aslı ve orijinali 1952’deki şekliyle olan mülakatı, ya Eşref Edip kendi tasarrufuyla tahrife uğratmış ve o haliyle Nur Talebelerine vermiştir ki onlar da 1958 baskılı Tarihçe-i Hayat’a eklemişlerdir. Ya da Tarihçe-i Hayat’ı basanların kendileri bu mülakatı değişikliğe uğratmışlar ki Üstad’ın vefatını müteakip Eşref Edib’e vermişlerdir. Her ne ise…
Tarihçe-i Hayat’ta “Tahliller” adıyla yıllardır neşredilen bu mülakatın altında hep “1952, Eşref Edib” tarih ve imzasının olması, ister istemez bizi düşündürdü ve bu düşünce, işin hakikatini araştırmamıza vesile oldu. Yaptığımız araştırma sonucunda, 1952 Ocak baskılı Sebilürreşad’daki metnin doğru ve eksiksiz olduğuna, 1960 Mart baskılı Sebilürreşad’daki aynı yazının ise tahrifata uğratıldığını tespit ettik. Tarihçe-i ayat’ın 958 ve sonrasındaki baskılarında ise, “Tahliller” üst başlığıyla bu yazının tahrifli şekli esas alınmıştır. Bizi asıl ilgilendiren de Tarihçe-i Hayat’taki bu tahrifli halidir. Zira yukarıda da elirttiğim gibi, bir taraftan yazının sonuna “1952” tarihi yazılmış, diğer taraftan 1952 tarihli tashihli yazı esas alınmamıştır! Ne tuhaf çelişki, değil mi?
Şimdi, bahsini ettiğim bu tahrifatı delillendiren belgelerimizi ortaya koyalım. Önce, sahih belgemizin kapak, kapak iç sayfasında derginin künyesini gösteren kısım ile konumuzun özünü oluşturan yazıyı neşredelim:
(Derginin sayı, cilt, tarih ve künyesi açık olduğundan, bu hususta ayrıca bilgi vermeye gerek yoktur…)
Altı çizili satırlara dikkat edelim; hiçbir anormallik görülmüyor. Tamamen İslâmî hassasiyetin öngördüğü bir ümmet anlayışı ve cihanşümul bir mefkûrenin tezahürü… Zira Risale-i Nurları hazmederek ve anlayarak okuyan her Nur Talebesinin ortak anlayışı ve inancı, bu eserlerin ve müellifinin hedefinde tüm insanlığı ve âlem-i İslam’ı kucaklayıcı-kuşatıcı bir mefkûrenin olduğu yönündedir. Koca bir okyanusu bir testiye sıkıştırmaya çalışan kavmiyetçilerin -aşağıda sunacağım tahrifatçılıklarını- nasıl yorumlamalı, onu da okuyucuların ferasetine bırakıyorum. Risale-i Nur Külliyatı’nda, Said-i Nursî’nin ümmet inancını ve cihanşümul mefkûresini destekleyen yüzlerce örneği sıralamak mümkündür; ancak biz kaç örnek vererek meram ve maksadımızı anlatmaya çalışalım:
1- “Cemiyetin, yalnız yirmi milyon Türk cemiyetinin değil, yüzlerce milyon İslâm cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun!”
2- “Ben kendi elemlerime tahammül ettim; fakat ehl-i İslâm’ın eleminden gelen teellümat beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar ezildim.”
3- “Ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur’anın hizmetkârları! Bizler ve sizler… sahil-i selamet olan Darüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz.”
4- “Bu memleket ile ve belki âlem-i İslâm’ın kıtasıyla –hanem gibi– hamiyet-i İslâmiye noktasında alakadarım… O iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum.”
5- “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’i tahribatı ve küçük haneyi tamir etmiyor; belki külli bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor.”
6- “Anadolu’da Nurcular –ki eski İttihad-ı Muhammedî’nin halefleri hükmünde– ve Arabistan’da İhvan-ı Müslimîn ile beraber hakiki kardeş olan hizbu’l-Kur’anî ve ittihad-ı İslâm cem’iyet-i kudsiyesi dairesinde çok saflardan iki mütevafık ve müterafık saf teşkil etmeleri…”
Evet; Bediüzzaman Hazretlerinin cihanşümul davasını kavmiyetçiliğin dar sınırları içine hapsetmek, koca bir okyanusu bir testinin içine hapsetmeye benzer ki, bunun nasıl bir abesiyetle iştigal olduğunu ifadeye bile gerek yoktur. Şimdi gelelim tahrifli belgeye:
Yukarıda da arzettiğim gibi, 1952 yılında Üstad’la yapılan mülakat, Üstad’ın 1960 yılının Mart ayında vefat etmesi münasebetiyle ikinci kez Sebilürreşad’da yayınlanır. Ancak bu sefer Üstad’ın sarfettiği “yüzlerce milyon İslâm cemiyeti” ifadesi sansürlenerek ve de “yirmi milyon Türk cemiyeti” ibaresi, -Türkiye’nin 8 yıllık nüfus artışı dikkate alınarak- “yirmibeş-otuz milyon Türk cemiyeti” şeklinde değiştirilmiştir. Tam da gündeme ayak uydurmuşlar yani!... (Unutmadan ifade edeyim; Üstad'ın kafasından şaşikinin indirilerek Rus kalpağının giydirilmesi ayrı bir fecaat örneğidir)
Risale-i Nur Külliyatı’na karşı en esaslı vazifelerimizden biri, “emanete sadakat” ve ona “kendi malımız gibi sahiplenme” çerçevesinde olmalıdır. Dolayısıyla, Nurlar üzerinde yürütülen ve yürütülmekte olan bu kirli oyunu, yani tahrifat cinayetini teşhire devam edeceğiz; etmeliyiz. Tâ ki tahrifatçı güruh akıllarını başlarına alıp nedamet gösterinceye dek. Şunu da belirtmekte yarar görüyorum; bu tahrifatçılık akımının başını çeken bir yayınevine bizzat gittim ve müdellel bir şekilde bazı tahrifat örneklerini kendilerine sundum; şifahî olarak ikazlarda bulundum. İsmini veremeyeceğim vatandaş, bana hak vererek ya da verdi gibi görünerek, bunları sonraki baskılarında düzelteceklerini söyledi. Ancak aradan geçen 25 yıla rağmen bu güne kadar hiçbir düzeltme adımına ve emaresine rastlamış değiliz. Dolayısıyla bu tahrifatları neşir ve teşhir etmeyi bir vecibe olarak değerlendiriyorum.
Bu arada, medar-ı şükran olarak da şunu belirtmeliyim: Bu yazıya konu ettiğim tahrifatı, Tenvir ve Zehra Neşriyat, orijinaline sadık kalarak neşretmişlerken, son zamanlarda Envar Neşriyat da aslına rücu ederek yanlışından dönmüştür. Hâlbuki mesela 1992 baskılarında bu düzeltme mevcut değildi. Abdülkadir Badıllı ağabeyin ağırlığını koymasıyla olacak ki, sözknusu neşriyat, tahrifkâr zümreden ayrılarak doğruya avdet etmişlerdir; sağ olsunlar.
Evet; uzun bir röportajdan çıkartılan bu “bir cümlecik” ve eklenilen bu “bir-iki kelimecik” tahrifat, yıllardır birçok kimsenin dikkatini çekmemiş, dolayısıyla ilgi alanlarına da girmemiştir. Ne zaman ki orijinal nüshalarla ve aslî kaynaklarla karşılaştırılarak okuma çalışmalarına başlandı; Külliyat’ta yapılmış tahrifatlar birer birer gün yüzüne çıktı; çıkartıldı. Bu durum “aciliyet” kesbeden bir vakıaydı. Acil müdahale gerektiriyordu. Sadık Nur Talebeleri, hiç zaman kaybetmeden bu tahrifatları gündeme getirdiler; kamuoyu oluşturdular. Tahrifatlara dikkat çektiler; çektirdiler. Mesuller uyarıldılar. Ama ne yazık ki, uyarıcılar, takdir ve teşekkür yerine sadece tekdir ve tenkitlere maruz kaldılar. Çok ağır ithamlara ve hücumlara maruz kaldılar. Her ne ise… Önemli olan, vazifenin yapılmasıdır. Kabul görüp görülmemesi vazifeşinasları ilgilendirmez; ilgilendirmemeli.
Hâsılı; bu yazımıza konu ettiğimiz tahrifat örneği, zahiren küçük gibi görünse de, hakikatte büyük bir zihinsel ve itikadî inhirafın ifadesidir. Zira Bediüzzaman’ın cihanşümul davası kavmiyetçiliğin dar sınırlarına sukut ettirilmiştir. Bir başka ifadeyle, Üstad’ın düşünce dünyası ve davası ümmetçilikten kavmiyetçiliğe tahvil ettirilerek korkunç bir tahrifat ve tahribat örneği sergilenmiştir. İşte bu bozuk zihniyettir ki, Nur müellifinin tensibine rağmen, bütün “Kürt” ve “Kürdistan” kelimelerini Risale-i Nurlardan ayıklayarak kitabı kendilerine uydurmaya çalışmışlardır… Sonradan kalkıp utanmadan Bediüzzaman için “müceddid”, “müctehid”, “mehdi”, “ilham, sünuhat ve istihraca mazhar” deyip iğfale kalkışırlar. Fa’tebiru ya ehle’l-ebsar…
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.