22 Kasım 2024
  • İstanbul7°C
  • Diyarbakır6°C
  • Ankara12°C
  • İzmir17°C
  • Berlin1°C

PINARIN BAŞINDA SUSUZLUKTAN ÖLMEK (III)

Abdullah Can

28 Mayıs 2018 Pazartesi 21:58

Bilindiği gibi hayatın dört ana unsuru vardır; güneş, hava, su ve toprak. İnsan, hayvan ve bitkilerin yaşamı, bunlar üzerine bina edilmiştir. Bunlar olmaksızın, devamları mümkün olmaz; tüm zenginlik ve renklilikleri yok olur. Buna “küresel kıyamet” diyebiliriz. Yaşamın bu hassas dengesine rağmen, yeryüzünün efendisi konumundaki insan, bu unsurları “tahrip” ve “talan” ederek kendi yaşamına kastetmektedir. Tıpkı bu maddi unsurlar gibi, insanoğlu için, bir de “manevi” unsurlar vardır. Bunlar da bir öncekiler gibi “hayatî”dir; etki alanları “küresel” çaptadır. Korunmaları, insanla birlikte doğal çevresini ihya ederken, tahrip ve talanları, kıyametin bir başka örneğine davetiyedir.  

Her dünya görüşünün –isterse materyalist olsun– kendine göre bir “manevi”yat telakkisi vardır; kaynağı ise, bizzat insanın kendisidir; onun bozulmamış fıtratıdır. Mesela –maddi olarak– bütün insanlar yer, içer, uyur, teneffüs ederler... Çünkü mekanizma böyle kurulmuştur. Aynı şekilde sever, kızar, üzülür, mutlu olurlar... Çünkü duygular böyle tanzim edilmiştir. En dindarı da en dinsizi de böyledir. Eli yanan birinin –inanç ve ideolojisi ne olursa olsun– göstereceği refleks –üç aşağı, beş yukarı– bellidir. Keza müjdeli bir haber karşısındaki tepkide de... Bu neyi gösterir? Aynı sistemin ürünü olmalarını, yani yaratıcılarının tekliğini...

O halde, şunu diyebiliriz: İman, ibadet, ahlak, adalet gibi manevi unsurlarda da benzer müştereklikler vardır. Ancak, her maddi eylemde olduğu gibi, manevi eylemlerde de aşırılıklar, sapkınlıklar olabilir. “Veriliş” amacıyla “kullanım” şekilleri birbirinden ayrılabilir. Birine –ailesine sarf etsin diye– yaptığın parasal bir yardımı, o, kumar ve içkide tüketebilir. Bu kötü kullanım, veriliş niyetini bozmaz, amaçtaki samimiliğe zarar vermez. Dolaysıyla, değerlendirmeler, kötü örnekler üzerinden değil, iyileri üzerinden yapılmalıdır. Bir araziye buğday ekilebildiği gibi, esrar da ekilebilir; burada sorun, arazinin kendisinde değil, ekicinin tercihindedir. Suç toprakta değil, ekicidedir. Maddi-manevi duygularımız da böyledir; sorun, verilişlerinde değil, kullanımlarındadır. O da kullanıcıyla alakalıdır. Onun için diyorum; pınarın özüne ve gözesine bakılmalı, katılan çerçöpe değil...

Pınarı bulmak kadar, onu korumak da hayatîdir. Pınarı bulamayanlara onu göstermek, bulanlara da sahiplenmelerini öğütlemek “insan” olmamızın gereğidir. Dünyanın efendisi olan insanın, o efendiliği muhafaza etmesi de ayrıca bir efendiliktir. Yani kendisiyle birlikte, bahşedilen duygu ve düşüncelerini, eylem ve davranışlarını da korumak, onları yaratılış(veriliş) amaçları doğrultusunda kullanmak... Buna, “kendini aramak” ya da “kendisini bulmaya çalışmak” da diyebiliriz. “Pınarı bulmak” derken, bir kastımız da budur. “Susuzluktan ölmek” ise, verilen zenginlikleri fark edememek; bu zenginliklere rağmen züğürtçe yaşamaktır, daha kötüsü bunları hurdalığa çevirmek demektir.

Konuyu biraz daha açalım:

Bilindiği gibi, dünyanın hiçbir ülkesi yoktur ki, ekonomik, politik, ekolojik ya da sağlığı ilgilendiren bir soruna karşı lakayt kalsın; “neyime” deyip üç maymuna oynasın. Aksine, bu sorunları yaşayan her ülke, –krizin ciddiyeti ve derinliği ölçüsünde– adeta seferberliğe koyulur, başta alanının uzmanları olmak üzere, ilgili tüm kurum ve kuruluşlarıyla krize karşı durur, onu aşmaya çalışır. Zira aklı başında olan herkes bilir ki, bu kabil sorunlar, –çözülmedikleri taktirde– daha başka sorunları da tetikler; yaşandığı toplumu istikrarsızlık ve güvensizliğe sürükler. Tıpkı bunun gibi, ülke ve toplumların manevi krizleri de vardır; bunlar, inançsızlık, ahlaksızlık, haramilik, itimatsızlık, tarafgirlik, kayırmacılık, benmerkezcilik, nemelazımcılık, kibirlilik, dik kafalılık, hukuk tanımazlık, ırkçılık, mezhepçilik, bölgecilik ve benzeri arızalardır. Bunların da her biri, toplumsal çürüme ve çözülmelerin birer davetçisi, sosyal-siyasal kıyametlerin zemin hazırlayıcılarıdırlar.

Peki, bu yıkıcılara karşı alınan önlemler nelerdir? Bu sorunlar, toplum gündeminin hangi sırasındadır? Etkin ve yetkin bilinenlerin bu husustaki çabaları nedir ve ne düzeydedir? Çözüme dair gösterilen hassasiyetler, hangi boyuttadır? Bu sorunların çözümü yolunda kimler, ne kadar mesai harcamaktadırlar?... 

Manevi dinamiklere vurulan darbeler, şüphesiz, sadece darbecileri sorumlu kılmaz; sessiz ve hissiz kalanlar da suçludurlar. Bu yıkımı, dâhili-harici odaklara hamletmek kolaydır; ancak bu, ucuz ve kurnazca bir kaçamaktır; “insanım”, “Müslümanım” diyen hiçbir bireyi mazur kılmaz, sorumluktan kurtarmaz. Dünyanın çivileri sökülürken seyirci kalmak, aslında aynı sabotaja ortak olmaktır. İş başa düşmüşken, “havalecilik”e başvurmak, yan çizmenin, arazi olmanın tipik bir örneğidir; buna “firar” da diyebilirsiniz. Hele de bu firar, cepheyi terk etmek, düşmana arka çevirmek şeklindeyse, zillet ve rezaletin en alçakçasıdır.

Evet, ortada bir gerçek var; o da dünyaya özgürlük ve demokrasi dağıttıklarını iddia edenlerin gerçek yüzleridir... Para, teknoloji, istihbarat, maddi güç ve uluslararası örgütleri itibariyle dünyanın jandarmalığına soyunan müstekbirlere bir bakın! Ellerindeki imkânlarla –şayet ki isteseler– sökülen dünya çivilerini yerlerine çakabilir, yeryüzünü kan, kin ve vahşet gayyasından kurtarabilirler. Hem de kısa sürede... Dileseler, maddi ve manevi terörlerin tamamına son verebilirler; yeryüzünü, yaratılışına denk düşen bir dirlik ve düzene kavuşturabilirler. Buna aciz değillerdir. Ama istemiyorlar! Çünkü yeryüzünü ihtilal ve anarşiye verenler kendileridir; “nesil” ve “kültür”leri dejenere edenler kendileridir. Çünkü “şer” ve “ifsad”a odaklanmışlardır. Kan ve gözyaşı, onların semirme ve sömürme araçlardır. Bu yeminli şeytanlardanhayırbeklemek, fosseptikten gül ve misk kokusunu beklemekten farksızdır.

Ondadır ki, iş başa düşmektedir; insanları aslî ve asil kimliklerine (ilahî özlerine) döndürmekten başka çare yoktur. Onlara, varoluş gayesiyle birlikte var olmanın yollarını göstermek, dayanılacak ve yalvarılacak yegâne güç ve merciin yalnızca Allah olduğunu, O’nun yerine hiçbir sulta ve saltanatın ikame edilemeyeceğini ders vermektir. Zaten “iman” dediğimiz şey de budur; pınarı bulmak, buna denir. Yoksa imanın, yalnızca “ifade” ve “telaffuz”dan ibaret olmadığı malumdur. Sözde mümin ve muvahhit, pratikte kâfir ve müşrik olanların konumları bellidir. Zulüm, zorbalık, ırkçılık, bölgecilik, gaspçılık, talancılık gibi taşkınlıklarla ilahî sınırı çiğneyen mütecavizlerin varacağı yer de bellidir. Kendilerini nasıl andıkları değil, nasıl anlattıkları önemlidir. Kur’an’da, “iman” ve “amel-i salih”in hep peş peşe vurgulanması tesadüfi değildir. Evet, zehire bal demekle ballanmaz...

Müslümanın daveti de davet vasıtaları da İslâm’ın ruhuna uygun olmalıdır. Bu bağlamda pınarın başında duranların, ona davet edenlerin, davetlerini sağlam ve güvenilir bir zeminde yapmaları gerekir. Buna dair bazı yol ve yöntemleri şöyle sıralayabiliriz:              

1- Evvela, yaşadığımız bu herc(anarşi) devresinde –ki Müslümanlar savaşıyor, emperyalistler seyrediyor– ilk iş olarak, dâhilî kargaşalara meydan vermemek, tüm sorunları şura, saygı ve anlayış düsturları çerçevesinde çözmeye çalışmak. Yoksa önü alınmayan her kargaşa, derinleşerek kavga ve çatışmaya dönüşür; böylece iç dinamizmi ve moral kuvveti yok etme noktasına getirtir.

2- Pınara davet edenlerden her biri, vazife hiyerarşisi ilkelerine uygun olarak, kendisine düşen görevi görmeli, onu en mükemmel şekliyle ifa etmelidir. Havalecilik kadar, müdahaleciliğin de zararlı olduğunu bilmelidir. Yanı sıra, başkalarında gördüğü ihmalkârlığı, kendisine mazeret kılmamalıdır. Zira herkes kendisinden sorumludur ve varlığı, ancak çalıştığı/ürettiği kadarıyla kaimdir.  

3- Zor, yorucu ve uzun soluklu da olsa, tek tek bireylerin ıslahına ağırlık verilmelidir; bu işi bütün hizmet ve faaliyetlerde merkeze almalıdır. Çünkü nefislerin ıslahı, neslimizin ıslahı demektir. Her şey geçici ve fanidir, lakin insan neslinin ıslahı, kalıcı ve kurtarıcıdır.  

4- Muhterem İsmail Şentürk’ün sıklıkla vurguladığı gibi, “koç olacak kuzu”lar yetiştirilmelidir. Zira öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, gözde ve gönüllerde yer alanlar, çalışkan, üretken, zengin, güçlü, makam sahibi, yakışıklı ve benzeri vasıflara sahip kimseler, karşıtlarına nispeten daha itibarlı ve daha sevilen kimselerdir. Bunlar, toplumsal terazinin hep ağır kefesindedirler. Sözleri kadar hükümleri geçenler de bu kesimlerdir. Bu örneklemenin bir benzeri ise devletlerdir; başta Avrupa olmak üzere, ABD, Rusya, Japonya, Çin, Güney Kore gibi ülkeleri itibarlı ve cazibedar kılan, teknolojik güç ve üretimleri değil midir? Bugün kıble ehli Müslümanların dahi, Avrupa’ya teveccühleri; hukuku orada aramaları, başları sıkıştığında oraya iltica etmeleri hiç düşündürtmüyor mu?

Soruyorum, bu alanda –kişi, kurum ya da devlet olarak– kaç koçumuz var? Yoksa, neyin davasındayız? Boş palavralarla, ecdat ve sair milli fetişlerle bir yere varılmaz!...

5- Aleyhimize de olsa, adaletten şaşırmamalı, her şart ve zeminde adil olunmalıdır. Ve adaleti, kendimize değil, dışımızdakilere göstermeliyiz; yoksa kendine adil davranıp başkalarına zulmedenler, adalet maskesine bürünmüş zorbalardır. Nihayet, emperyalistlerin de yaptığı bu değil midir? Kendi içlerinde adil ve hürriyetperver iken, Ortadoğu, Afrika ve Asya’da birer soykırım makinasıdırlar.

Hasılı biz kendimizden sorumluyuz; biliyoruz ki, “Allah, adalet ve ihsanı emreder”(en-Nisa, 90) Ve yine biliyoruz ki, “İnsanlar arasında hükmettiğinde, adaletle hüküm ver!”(en-Nisa, 58) ayetinin muhatabı biziz, ABD ya da Rusya değildir. Ve unutma, sen, “Semavat ve arzın kıyam ve kıvamı adalet iledir” Diyen bir peygamberin ümmetisin! Vesselam…  


Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir.

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.