24 Kasım 2024
  • İstanbul6°C
  • Diyarbakır13°C
  • Ankara3°C
  • İzmir9°C
  • Berlin11°C

PINARIN BAŞINDA SUSUZLUKTAN ÖLMEK (II)

Abdullah Can

03 Mayıs 2018 Perşembe 14:37

Kur’an-ı Kerim’de, “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylersiniz?1 ayetini bilmeyenimiz, duymayanımız yok gibidir. Ayet, “sıradan” bir söz değil, Allah’tan bir ders, bir uyarıdır. İman edenler için, bunun pratik karşılığı, bütün iyilik ve güzelliklerde “örneklik”tir. Bu örnekliğe “temsiliyet” de diyebiliriz. İslâm, iyilik ve güzellikler için “maruf”, kötülük ve fenalıklar için “münker” kavramını kullanır. Müslüman, marufun temsilcisi, münkerin temizleyicisidr. Bu eyleme “tebliğ” denir. Tebliğ, söz ve eylem bütünlüğü içinde yapılır. Ayet, “söylemeyiniz” demiyor, “yaparak söyleyiniz” diyor. “Etki” dediğimiz “sır” da böyle gerçekleşir... 

Söz verip de yapmamak ya da yapmadıklarını/yapamayacaklarını söylemek, İslâm’da “nifak” olarak vasfedilir. Kimi çevreler, bu ifadeyi salt birey-toplum, toplum-iktidar düzleminde değerlendirse de, nifak, aslı itibariyle insanlarla Allah buluşmalarını engellemektir. Bu engelleyiş, ya Allah’tan gelen mesajı insanlardan “esirgemek” ya da o mesajı “çarpıtarak aktarmak” şeklindedir. Kur’an, bu tür uygulamalara, “hakkı gizlemek” ya da “hakkı batıla karıştırmak” şeklinde tanımlar.”2 Uygulayıcılarını ise, “Heva-i nefsini ilah edinenler3 formuyla niteler. Bu tiplerin “İslâm”la temasları, “Allah’ın ayetlerini ucuz bir değer/fiyat karşılığında satmak4 şeklindedir. Bunların, şahsî ve politik çıkarları adına tüketemeyecekleri hiçbir kutsal değer yoktur; hem de en hovardaca bir biçimde...

Heva-i nefislerini ilah edinenlerin imanları, “dillerinin ucunda” olup kalplerine nüfuz etmemiştir. Bu bağlamda, ahirete imanları “sathi” olduğundan “ilahî muhasebe”den korkmazlar; keza, maddi güç ve kudretlerine güvendikleri için de “toplumsal muhasebe”den korkmazlar. Hakkı “kirleterek” itibarsızlaştırmak, batılı da “süsleyerek” servis etmek bu kesimlerin temel vasfıdır. Hipnoz ve gözbağcılığa benzeyen çeşitli politik ve sloganik iğfallerle milyonları emellerine alet etmek, Allah yerine kendilerini, politik ve ideolojik kurgularını “umut” diye yutturmak bunların kadim meslekleridir. Teknolojik ve finansal imkânlarıyla kitleleri etkisiz ve tepkisiz sürülere dönüştürmek bunların yegâne emelleridir.   

Evet, şu bir gerçektir ki, imanla inkârın, itaatle isyanın, hakla batılın, adaletle zulmün, marufla münkerin, –günümüzde olduğu kadar– giriftleştiği ikinci bir dönem gösterilemez. Böyle bir durumda, samimi bir Müslümana düşen en hayırlı hizmet, öncelikle bu zıtları birbirinden seçilir hale getirmektir; iman ve düşüncelerde netleşmeyi sağlamaktır. İnanıyorum ki, iç âlemlerde gerçekleştirilecek bir netleşme ve arınma, amel ve eylemlerde istikamete vesile olacaktır. Ve hiç şüphesiz ki, müstakim fertlerden müstakim toplumlar doğar. Müstakim toplumlara bina edilen her iş, oluşum ve müessese, içte ve dışta güvenin, huzurun ve adaletin yegâne teminatıdır. 

Said-i Nursî Hazretleri, “Bu zamanda lisan-ı hâllisan-ı kalden daha tesirlidir5 der. Yine benzer benzer bir ifadesinde, “Lisan-ı hallisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor6 tesbitinde bulunur. Başta zikrettiğimiz ayetle bağdaştırırsak, “lisan-ı hal”in, yani “temsiliyet”in hayatiliği gün gibi ortadadır. Ne var ki, günümüz Müslümanının en büyük sorunu da buradadır. Çok konuşur, az yapar; amelden ziyade lafazanlığa sapar. Hâlbuki önceki yazımda da belirtmiştim; karşılığı olmayan hiçbir söylemin faydası yoktur. Bu ister ayet, ister hadis, ister bir büyüğün tefsiri olsun... Aksine, pratiği olmadıktan sonra, muhatap nezdinde onlar da kıymetten düşer, sıradan sözler sırasına girer. Demek mesele sadece kötü örneklik değil, aynı zamanda İslâmî değerlerin itibarsızlaşması da sözkonusudur. Buna, halk dilinde “bindiği dalı kesmek” ya da Kur’an’ın diliyle “Allah’ın ayetlerini ucuza satmak”tır.7

Evet, eğer ortada bir problem varsa o konuşulmalıdır, tartışılmalıdır; ta ki ortadan kalkıncaya kadar. Özellikle de hayatî öneme sahip bir problem ise, asla gaflete gelmez. Nasıl ki göğüs göğse bir muharebede rakibine sırtını dönmek ölüme davetiye çıkartmaksa, öyle de toplumun mukadderatına etki eden sorunları görmezden gelmek, onlardan yüz çevirmek aynı şeydir. Ortada toplumsal bir intiharın olduğu göz önündedir. Zira insanî, İslâmî ve vicdanî bütün değerlerimiz günbegün dejenere edilmekte, ilahî ve fıtrî kodlarımız tahrip edilmektedir. Öyle ki bu felaket, bütün İslâm coğrafyasını sarmalamış bulunmaktadır.

Hal bu minvalde iken, hala “yansıtma” psikolojisiyle hareket etmekteyiz; kendimizi aklayıp-paklayıp sorunlarımıza yegâne müsebbip olarak “dışarı”yı görmekteyiz. Tipik “şark kurnazlığı”yla başta hükmedenlerimiz olmak üzere, dinî, siyasî, ırkî ve mezhebî ulularımızı tenzih ve takdise çalışmaktayız. Ahlaksızlık, adaletsizlik, hukuksuzluk, yoksulluk, yolsuzluk, geri kalmışlık... Evet, bütün bunları düşman bellediklerimizin hanesine boca ederiz. İyilik, güzellik, mükemmellik, gelişmişlik, bolluk, adalet, refah, güvenlik adına her ne varsa, tamamını, evet tamamını kendimize mal ederiz; gasp ederiz. Arsızlığın, hayâsızlığın her türlüsünü meslek ediniriz. Ne de olsa, iffet, masumiyet perdesinden sıyrılmış, “kral çıplak”lığa rıza göstermişiz. 

Sakın zannedilmesin ki amacım iç karartmaktır; asla! Amacım, sorunlarımıza dikkat çekmektir. Bir başka ifadeyle “farkındalık” oluşturmaktır. Zira taşıdığımız iman ve bağlısı bulunduğumuz İslâm, öyle engin ve zengin bir donanıma sahiptir ki, hiçbir şart ve zeminde karamsarlığa meydan vermez; karamsarlığa “imansızlıktır” der. Fakat tedaviye azmedenlerin, teşhisi sağlam ve yerinde yapmaları bir zorunluluktur. Artı, nereden başlayacaklarını da iyi bilmeleri gerektir. Rastgele ve gözü kapalı tedaviler, kaş yapayım derken göz çıkartır; yarayı almak yerine can damarını kopartır. Bu anlamda, hastalığın tespit ve teşhisi kadar, tedavi yöntemi de ehemmiyet arz eder. Ancak gerçek odur ki, sorunlarımız ne kadar büyükse, çözümden yana atılan adımlar da bir o kadar küçüktür; binlerce yıkıcıya bedel, sınırlı sayıda yapıcıların mukavemeti sözkonusudur. 

Tam da bu noktada, yapımdan yana olan insanların, özellikle de samimi Müslümanların ilk işi, kendilerini alışılagelmiş, klişeleşmiş eylem metotlarından kurtarmalarıdır. Hayattan kopmadan, istikametten sapmadan, topluma arka vermeden, sorunlara yabancılaşmadan, “biz ve onlar” ayırımına gitmeden, kucaklayıcı ve kuşatıcı bir vizyon ve misyonla kitlelerle köprüler atılmalı, insanî, İslâmî ve vicdanî diyaloglar kurulmalıdır. Kalp ve kafalar, ruh ve vicdanlar, nefis ve hevalar, göz ve kulaklar yaratılış gayelerine uygun olarak doyurulmalıdırlar. İç alemde kurulmayan hakimiyetlerin, dış alemde, günlük yaşamda hükümranlık kurması imkânsızdır. Mümkün gibi görünenler ise, yüzeyseldirler; zor ve zorbalığa istinat ederler. Bu anlamda, en sağlam ve kalıcı yönetimler, toplumların maneviyatına mal olanlardır.

Pazar ve piyasaya hükmedebilmek için, arz edilen malların ihtiyaca cevap vermesi kadar, kaliteli olması da önemledir. Tek başına ne malın çokluğu ne de reklamın bolluğu iş görmez. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” misali, kalitesiz/değersiz ürünler, önce gözden, sonra gönüllerden silinir gider; pazar ve piyasada tutunma şansı kalmaz. Aynen öyle de bugün sayıca çok, lafazanlıkta eşsiz diyebileceğimiz farklı-farklı çevreler vardır; hassaten de Müslüman olanlar... Laf üretmekte üzerlerine yoktur; birçok sosyal, siyasal, kültürel ve pedagojik faaliyetlerde bulunurlar. Ama başarı oranları düşüktür. Topluma arzettikleri malları rağbetizdir. Çünkü sundukları şeyler gibi, sunum şekilleri de miadını doldurmuştur; tamamen ezberci, basmakalıpçı ve demode uygulamalar... Demek “yenilenmek” bir mecburiyettir. Sürekli “yenilgi”yi konuşup, “kime”, “nasıl” ve “nelerle” yenildiğini hesaplayamayanların, yenilenmeleri sözkonusu olmadığı gibi, yenilgiyi alt etmeleri de mümkün olamaz.

İslâm’ın ruh, tabiat ve misyonuyla bağdaşmayan her hareket ve çıkış, söylem ve görüntü olarak İslami de olsa, vereceği zararlar, İslâm’ı, imaj ve fiilî olarak yıkmaya çalışan emperyalist güçlerin ekmeğine yağ sürmektir; dolaylı değil, doğrudan destek olmaktır. Böyle bir zihniyet ise, bırakın çıkış ve kurtuluşa götürmesi, aksine, Hz. Peygamber’in “Herc” olarak nitelediği “anarşizm”e sürükler. Seyirci kâfirlere mukabil, birbirlerini yok eden Müslümanların halihazır halleri bunun delilidir. Halbuki her akıl ve izan sahibi biliyor ki, bu dâhilî kavgalar(fitne), inananların iç dinamizmini felç, moral güçlerini tarumar etmektedir. Böylece, dışarıya sarfedilecek enerjilerini, dahildeki kısırdöngülerle berhava etmektedirler. Demek oluyor ki, Müslümanlar ilk uyanması gereken bilinç, -tüm tahriklere rağmen- şiddete meyletmemektir.      

Hasılı: Temiz sular, şehir ve fabrika alanlarından geçtiklerinde kirlenirler, zehirlenirler. Hiç şüphesiz, bu kir ve zehir suyun aslından, kaynağından değildir; doğrudan doğruya insan ve insana ait eylemlerden kaynaklanır. Bize düşen, pınarı bulmuşken, ana kaynakta karar kılmaktır; onu göstermek, onunla yaşamak, ondan kana kana içmek, içirtmektir. Bu bir aslî görevdir; herkes görevine bakmalı, onu en mükemmel düzeyde ifa etmelidir. Başkasının hata ve ihmalkârlıkları bize mazeret olmaz; aynısıyla karşılık vermemize gerekçe teşkil etmez. Unutmayalım, tek tek bireylerin ıslahı, uzun soluklu, yorucu ve yıpratıcı da olsa, esas olmalı, her siyasî ve dünyevî faaliyetlerin üstünde tutulmalıdır. “Kalıcı” ve “esaslı” olanı budur; yani nefsimizin, neslimizin ve hemcinslerimizin ıslahı...

Devam edecek...


1 (es-Saff, 2)
2 (el-Bakara, 42)
3 (el-Furkan, 43)
4 (el-Bakara, 41)
5 Şualar, s. 258
6 Şualar (Ondürdüncü Şua), s. 404
7 (el-Bakara 174)

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.