PARİS KARANLIĞI
Cafer Solgun
09 Ocak 2014 Perşembe 07:17
Bir yıl olmuş... Sonradan adına “çözüm süreci” denen yeni bir süreç başlamış ve bir kez daha, “öncekiler gibi kanla gölgelenmesin” umuduyla Kürt sorununda demokratik, barışçıl çözüm bir “imkân” ve “ihtimal” olarak girmişti gündemimize...
İyimser ve aynı ölçüde kaygılı bir hava vardı. Kaygıların temelinde, “provokasyon” korkusu vardı ve nitekim sahici niyetlerinin ne olduğunu bildiğimiz, bilemediğimiz birçok kişi ve çevre “dikkat” diyordu, “provokasyon olabilir”.
Sahici bir barış ve çözüm, sahici bir demokratik yeniden yapılanma iradesi gerektiriyordu. Atılan adımın sonuçları hepimizi doğrudan ilgilendiriyordu ve biz “sürece” kimin nasıl yaklaştığını anlamaya çalışırken, bir yandan da “aman, süreç hassas” deyip duruyorduk orta yere... Ve bu “süreç hassas” uyarısı bir yıl boyunca o kadar çok dillendirildi ve özellikle iktidar çevresi tarafından o kadar çok başımıza kakıldı ki, barış ihtimali hatırına çoğu zaman dilimizin ucunda biriken sorularımızı, kaygılarımızı, düşünce ve önerilerimizi “yutmak” zorunda kaldık... Kürt sorununun barışçıl çözümünün mümkün ve gerekli olduğuna nihayet kanaat getirilmişken, kalemlerini vicdanlarıyla birlikte iktidara kiralamış kişilerin “naapıyorsun süreç hassas!” uyarıları bir psikolojik baskıya dönmüş ve boynumuzu bükmediysek bile sesimizi kısmıştık...
Adeta bekleniyordu “provokasyon” ve ama sanırım kimselerin beklemediği bir yerden geldi haber. 9 Ocak 2013 günü Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez Paris’te kurşunlanarak katledildi. Sakine PKK’nin kurucu kadrolarından idi. Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelere karşı direnişiyle bütün Kürtlerin bilincinde hiçbir paye ile kıyaslanamayacak saygın bir yere sahipti. Fidan Doğan, Avrupa’daki Kürtlerin diplomatik çalışmalarında öne çıkmış bir isimdi. Leyla ise gençlik çalışmalarının dinamik bir kadrosu. Üçü de kadın, Kürt ve Alevi idi. Ki Alevi oluşları üzerine de az spekülasyon üretilmedi.
Bu katliamın “sürece karşı” bir kanlı mesaj olduğuna kuşku yoktu. Ama iktidar sözcülerinden yapılan ilk açıklamalar “Örgüt içi infaz” (Hüseyin Çelik) oldu. “Almanya’da başka infazlar da olabilir” diyenler de oldu (Mehmet Ali Şahin). İşareti alan yazar-çizer erbabından Sakine için “Apo’nun eşlerinden biriymiş” gibi karalamalar yapanlar oldu. Katliamın faillerine ilişkin en aklı başında görünen görüşlerin sahipleri ise “dış mihrak” analizleri yaptılar, mesela İran’ı işaret ettiler...
Kürtlerin Türkiye ve Avrupa’da ayağa kalkışı, olayın “karanlıkta” kalmasına izin vermedi. Paris’in orta yerinde işlenen bir cinayetin “faili meçhul” olması, olacak şey değildi. Nitekim kısa sürede soruşturmanın ilk zanlısı tespit edildi, tutuklandı. Ömer Güney’e dair elde edilen bütün bilgi ve emareler örgüte “sızdırılmış” Türk Gladiosu’nun tetikçilerinden biri olduğunu ortaya koyuyordu. Fakat soruşturma tam da bu noktada tıkandı, bir adım daha ileriye gitmedi.
Tetikçinin arkasındaki güçlerin açığa çıkarılması, Fransa’nın olduğu kadar Türkiye’nin de sorumluluğu. Güney’in sıkça geldiği Ankara’da kimlerle görüştüğü, bu anlamda “kilit” önemde. Ne var ki Türkiye devleti dosyayı çoktan kapatmış görünüyor.
Çünkü süreç hâlâ “hassas” ve üstelik de bu aralar iktidar partisi “rüşvet ve yolsuzluk soruşturması kisvesine bürünmüş” enteresan bir “darbe girişimini” bastırmakla meşgul!
Sakine ve yoldaşları barışa ve ülkelerine hasretlerini geride kalanlara devrederek can verdiler.
Sakine Cansız, kellesine 4 milyon TL’ye kadar “ödül” konulan 50 PKK yöneticisinden biri miydi? Bu sorunun cevabını verecek bir yetkili var mı bilmiyorum, ama başka sorularım da olacak.
“Süreç hassas” diyenlerin gölgesi gerçekleri daha fazla karartmasın diye...
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.