PALAVRA
Ahmet Altan-
04 Ekim 2011 Salı 09:00
Önce habere inanamadım.
“Rakamları bir daha kontrol edelim” dedim.
Evet, rakamlar söylendiği gibiydi, yazılışında bir hata olmamıştı.
“Bunu açıklayan kaynaklar güvenilir mi, ona da bakalım” dedim.
Kaynaklar da ciddiydi, bu rakamları yayınlayan İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin üyeleri arasında birçok akademisyen, işçi, avukat, iş müfettişinin yanı sıra DİSK, Türk Tabipleri Birliği, Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği gibi kuruluşlar da vardı.
O zaman, nasıl büyük bir faciayı nasıl sessizce geçiştirmekte olduğumuzu daha iyi anladım.
İş Güvenliği Meclisi, 30 günde 43 işçinin iş kazalarında öldüğünü açıklıyordu.
Ülkenin dört bir yanında mütemadiyen işçiler ölüp duruyordu.
Yanlış kurulmuş iskelelerden düşüyorlar, kontrol edilmeyen gaz tüpleriyle patlıyorlar, bir yerden bir yere nakledilirken trafik kazalarında can veriyorlar, ağır makinelerin altında eziliyorlar, göçüklerde kayboluyorlardı.
Kimse de aldırmıyordu.
Bir ayda 43 işçi ölür mü?
O çok yakındığımız, bir an önce dursun dediğimiz savaşta bile bu kadar insan ölmüyor.
Savaş şartlarından daha tehlikeli “çalışma” şartları olabilir mi?
Üstelik, bu bir aylık ölü sayısı.
2011’in ilk dokuz ayında ölen toplam işçi sayısı 419.
Dört yüz on dokuz.
Geçen yıla kıyasla işçi ölümleri yüzde 60 oranında atmış.
2000-2009 yılları arasındaki işçi ölümlerine baktığımızda rakam korkunç, on binden fazla ölümüz var.
Bu ölüm rakamlarının bir tek açıklaması olabilir ancak.
Yaşadığımız ülkede hâlâ gerçek bir devlet yok demektir bu.
Biz palavrayı severiz.
Siyasetçiler ise palavra sıkmaya bayılır.
“Büyük devletiz, Osmanlı’nın torunlarıyız, dünya bizden korkuyor, herkes bize hayran.”
Perdenin önünde söylenenler bunlar.
Perdeyi kaldırınca ne görüyoruz, yüzlerce, binlerce işçi ölüsü.
İndiriyorlar o perdeyi ki biz sadece palavraları duyalım, gerçekleri görmeyelim.
“Büyük” devletin olduğu yerde bu kadar insan ölmez.
Büyüğünü bırak, sıradan, ciddi bir devletin olduğu yerde de bu kadar insan ölmez.
Mehmet Altan, bu anlayışa “cinayet ekonomisi” diyordu, bence çok haklı.
Bu bir cinayet ekonomisi.
Bizim hükümet belli ki işçilere hiç aldırmıyor.
Bu ölümlerden para kazananların peşine düşmüyor.
Her işçi ölüsü, ahlaksızca para kazanmak isteyen bir patronun çaldığı paraların bedelini ödüyor.
Arazisine getirdiği işçileri doğru dürüst taşımayan patron, madenlerde yeterli önlemi almayan patron, atölyelere gerekli donanımı koymayan patron, tersanelerde güvenliği sağlamayan patron, yapması gerekenleri yapmadığı zaman biraz daha fazla para kazanıyor ama onun kasasına koyduğu paralar işçilerin hayatları pahasına konuyor oraya.
Ve, o işçileri korumakla, patronları denetlemekle yükümlü olan devlet ve hükümet de belli ki işçileri korumak için parmağını bile kıpırdatmıyor.
Bizim hükümetin üyeleri arasında bütün dünyayla birlikte Avrupa Birliği’ni “küçümseme” modası da var biliyorsunuz, hükümete bir sormak lazım, o küçümsediğiniz AB’de işçi ölümlerinin sayısı ne?
Oralarda işçileri korumak için ne önlemler alınıyor?
Siz niye işçilerinizi korumuyorsunuz?
Bu da mı bir pazarlık konusu yoksa, “siz bizi üye alırsanız, biz de işçilerin ölmesini önleyecek tedbirleri alırız mı” diyorsunuz?
Avrupalıların bu konuda daha önce çıkmış raporları bulunuyor, işçileri korumak için Türkiye’nin neler yapması gerektiğini söylüyorlar, biz de galiba “bizi üye yapmazsanız işçileri korumayız” diyoruz.
Bizim ekonomik olarak Avrupa Birliği’ne ihtiyacımız yok, bu tamam, ama “insan hayatının değerini anlamak” için Avrupa Birliği’ne ihtiyacımız var, onların insanı “her şeyden önemli gören” anlayışını benimsemedikçe bu ülkede ölüm bitmez çünkü.
Bazen savaş alanında, bazen işyerinde ölürüz.
Bizim hikâyemiz hiç değişmez, hâlâ yedi yüz yıl öncenin Yunus Emre’sinin anlattığı zavallı ülkeyiz biz.
“Bir garip ölmüş diyeler...”
Garipler ölür durur, biz üç gün sonra bile duymayız.
- Geri
- Ana Sayfa
- Normal Görünüm
- © 2009 İlke Haber
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.