21 Kasım 2024
  • İstanbul14°C
  • Diyarbakır14°C
  • Ankara17°C
  • İzmir21°C
  • Berlin2°C

ÖZERKLİK

Hadi Uluengin

15 Ocak 2016 Cuma 02:17

BATI dillerindeki “otonomi” kelimesini Türkçeye “özerklik” olarak tercüme ediyoruz.

Bu terimle, herhangi bir devletin iç bünyesinde yer alan ve savunma, dışişleri ve para mutlaka hariç, diğer konularda ve duruma göre, merkezî otoriteden kademe kademe bağımsız hareket edebilmek serbestisine sahip olan sosyo-coğrafi birimler kastedilir.

***

ASLINA bakarsanız sözcüğün başka anlamları da mevcuttur. Ama konumuza girmiyor.

Fakat kasten Karl Marx’ın damadı Paul Lafargue’den bir alıntı özetleyeceğim.

Ne kadar çeşit turşu ve reçel varsa, o kadar çeşit de otonomi vardır. (…)

Tıpkı Hürriyet ve Adalet kavramları gibi özerklik kavramı da daima ayniyet arz eden ebedi bir ilke değildir. Ortaya çıktığı yerlere göre değişen tarihî bir olgudur.

***

YUKARIDAKİ deyim, yani eski tabirle “muhtariyet” emperyal dönemde, sömürge statüsünden dominyon mertebesine “terfi etmiş” (!) yerler için kullanılırdı.

Bunları da daha ziyade, Kanada, Avustralya, Güney Afrika gibi, metropol bir Birleşik Krallık’la aynı etno- kültürel aidiyeti taşıyan “beyaz adam” yönetimli ülkeler oluştururdu.

Ama sömürge veya dominyon olmamalarına rağmen özerkliği benimsemiş başka devler de mevcuttu. Meselâ Yeni Dünya’da ABD, meselâ Yaşlı Kıta’da Avusturya- Macaristan…

Üstelik, Bolşevik vaat her ne kadar kâğıt üzerinde kalmış koca bir yalan olsa bile 1917 ertesindeki SSCB teorik olarak özerkliğe en zirvede hak tanıyan ülke sıfatını kazandı.

21. yüzyıla doğru ise, federal veya değil, İspanya’sından Büyük Britanya’sına; Belçika’sından İtalya’sına, otonom yönetim tarzı “Bölgeler Avrupa”sında haniyse kural hâline geldi.

Ve Lafargue’nin dediği gibi de bunlar daima zamanda ve mekânda farklı içerik yansıttı.

Tek bir ortak payda hariç: Ademi merkeziyetçilik rotası!

***

ADEMİ MERKEZİYETÇİLİK, çünkü haksız yere Jakobenlere mal edilen ve aslında 14. Louis’nin Fransa ulus-devletini inşasıyla ivme kazanmış olan ilk merkeziyetçi atılım, o ulus-devletlerin tedricen yerleşiklik kazanmasıyla birlikte yine tedricen misyonunu yitirdi.

İnşa döneminde zorunluluk arz eden, bu zorunluluğundan dolayı da zorbalık dayatan merkezî mekanizmalar artık hemen her yerde varabilecekleri yere kadar vardılar.

Şüphesiz ki yukarıdaki dayatma etnik, dinî, mezhebî ve mahallî kimlikleri tırpanladı.

Ne yazık ve vah vah! Ama aynı zamanda da ne âlâ!

Postmodern ağlaşmaların anlamı yok ve ister beğenelim, ister beğenmeyelim, tebaadan yurttaşa geçişin maliyeti çoğu defa böyle bir bedel ödemeyi de gerektiriyor.

***

TAMAM da, hanidir Türkiye’nin Kürt sorununda yaşadığı gibi, ölçü kaçırıldığı takdirde, inşa sürecindeki dayatmalar tutmuyor. Yahut beklenen düzeyde başarıya ulaşılamıyor.

Buradan itibaren de devekuşu politikasını sürdürmenin âlemi yok! Zaten tek çare var:

Bütün ülkeye de yük olan merkeziyetçilikten ademi merkeziyetçiliğe topyekûn geçiş!

Bu tercih zamanda ve bilhassa etnik ayrışmanın da panzehiridir.

Çok fazla sıkıldıkları için artık kırılma raddesine varan vidaları gevşetmek durumudur.

Artı, Lafargue’nin “farklı yer ve zamanlarda farklı otonomiler” sözünden yola çıkarsak da, sırf Doğu’da değil Batı’da da geniş serbestiyle donanmış yönetimlere ihtiyaç vardır.

Ortak ülkemizi bölecek olan şey Diyarbakır’da sokak tabelâlarının çift dilden yazılması veya Siirt’te vergilerin yerel idareye gidecek olması değildir!

Aksine, tabelâlar öyle yazılabileceği ve vergiler öyle toplanabileceği içindir ki, yöre insanları yönetime katıldıkları ve kaderlerine hükmettikleri kanaatine varacaklar, böylelikle de ademi merkeziyetçi bir Türkiye’de bütünleşmeyi gönüllü biçimde onaylayacaklardır.

Bu o kadar zor değil ama iki tarafın da “merkezdeki hendek”ten atlaması gerekiyor!

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.