23 Kasım 2024
  • İstanbul4°C
  • Diyarbakır18°C
  • Ankara18°C
  • İzmir15°C
  • Berlin4°C

OTOMATİK OTORİTER RUH

Mithat Sancar

31 Ekim 2012 Çarşamba 07:16

Siyasi kararları ve eylemleri bir akla, bir mantığa dayandırmak her zaman kolay olmuyor. Özellikle “geçiş dönemleri”nde akıllar fazlasıyla karışabiliyor.

Türkiye uzun süredir bir nevi “geçiş dönemi”nden geçiyor. Böyle dönemlerde eski sisteme ait dengeler sarsılır ve güçler yeniden dizilir. Eski sistemin egemenleri kudretlerini adım adım yitirirler.

Bu durumun gerçekleşmesi nispeten hızlı olur, teşhis edilmesi de zor değildir. Çok daha zor olanı, eski sistemin değerlerinin ve aklının/mantığının çözülmesidir. Bu değerler, bu akıl ve mantık etkilerini uzun süre korurlar. Bu değerlerin temsilcileriyle çatışarak iktidar olanlar, bilerek ya da bilmeyerek, o değerlere göre hareket edebilirler. Yeni iktidar kadroları eski değerlerle uyum içinde davrandıkça, eski sistemin ürettiği sorunları çözme imkânını ve becerisini de kaybetmeye başlarlar. Hatta o sorunları daha da karmaşık hâle getirirler. Bu hâl, hem kendilerini hem de toplumu ciddi çıkmazlara doğru sürükler.

Gündemimizi belirleyen iki önemli olay var. Biri ellinci gününe giren açlık grevleri, diğeri 29 Ekim mitinglerinin yasaklanması ve ardından yaşananlar.

Yeni yöneticiler, yani AKP hükümeti, her iki olaya da eski sistemin mantığı ve değerleri çerçevesinde yaklaştı. Hükümetin üslubu ve tutumu, neredeyse tıpa tıp eski sitemden alınmış gibidir.

Hükümet, açlık grevlerini önce görmezden geldi. Ancak eylemler, ölüm veya kalıcı hasar sınırına yaklaşınca ve kamuoyundan da tepkiler gelince ilgilenir gibi yaptı. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in yapıcı çabaları, hükümetin çözüm için girişimde bulunacağına dair bir umut yarattı. Lakin Başbakan Erdoğan, partisinin dünkü grup toplantısında, maalesef bu umutları (en azından şimdilik) söndüren bir dille konuştu.

Diyor ki Başbakan, “Devlet şantaja, tehdide boyun eğmez, pabuç bırakmaz”. Bu dilin, bu yaklaşımın, geçmişte derin insani acılara ve ağır siyasi tahribata yol açan muktedirlerin aklından ve değerlerinden zerre bir farkı yok.

Neden yapıyor bunu Başbakan? Kutuplaşmadan ve gerilimden siyasi fayda mı umuyor? Nasıl bir fayda olabilir ki bu?

Bu sorulara mantıklı bir cevap vermek zor. Ama görünen bir şey varsa, o da, toplumsal taleplere tepeden bakan ceberut devlet ruhunun, bu hükümete de epeyce sindiğidir.

Robert Musil
, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun son dönemlerini tam bir “paradokslar âlemi” olarak değerlendirir. Ne kadar sıkıntı yaratırsa yaratsın, bu durumun iyi tarafları olduğunu da düşünür Musil. Bu ortamdan çoğulcu-demokratik bir yapı doğmasının da mümkün olduğuna inanır. Lakin iktidar aygıtlarının politikaları ve uygulamaları, bu ihtimali yok ediyor ona göre. Diğer ihtimal ise, çöküştür.

Mümkün olan ile mevcut olan arasındaki bu hazin mesafe, bu acıtıcı paradoks Musil’i şu değerlendirmeyi yapmaya yöneltir:
Bu devletin ruhu, irade dışı bir mutlakıyetçilik olarak adlandırılabilir; çünkü bu devlet, nasıl yapılacağını bilseydi, aslında demokratik davranmayı tercih ederdi.

Bizde de bu otomatik otoriterlik ruhu, hemen her kritik kavşakta canlanıveriyor. Sadece iktidar düzlemine egemen olmakla kalmıyor, toplumsal alana da yayılıyor.

Şimdi, açlık grevlerini, ölümler yaşanmadan sona erdirmek için hükümetin jest niteliğinde bir şeyler yapması bile yeterli olabilir. Üç talebi var açlık grevindekilerin. Hükümet, anadilinde savunma hakkını tanıyacağını zaten taahhüt etmişti. Öcalan’a uygulanan tecrit ise, zaten ulusal ve uluslararası hukuk normlarına bütünüyle aykırı. Bu iki talebin karşılanması hâlinde, açlık grevlerinin sona ereceği kesin gibi. Açlık grevindekilerin, üçüncü talep olan “anadilinde eğitim hakkı”nda ısrar etmeyeceklerine dair epeyce işaret var. Doğrusu da budur bence.

Bir siyasi eylem yöntemi olarak açlık grevini doğru bulup bulmamaya göre değil, taleplerin makul ve meşru olup olmadığına göre tavır belirlemek o kadar mı zor? Açlık grevi yapanları “kötü” göstermek, bu eylemi evrensel ölçülerle değerlendirmekten kaçmayı meşrulaştıramaz. Olsa olsa, eski rejimin ayrımcı ve kıyıcı mantığıyla buluşturur böyle davrananları.

29 Ekim mitingine getirilen yasak da, miting sırasındaki polis şiddeti de, devletin otoriter ruhunun otomatik tezahürüdür. Hükümetin bu politikasını meşrulaştırmak için argüman arayanların, bu ülkedeki en iyi temsilcisi Vural Savaş olan “militan demokrasi” gibi otoriter, hatta semi-faşist bir mantığa sarılmaları ibret vericidir ve de bu ruhla nerelere gidilebileceğini gösterir.

Biraz da zorlayarak bu yasakçı tutumda bir mantık bulabiliriz. Belki de AKP, CHP’nin yasağa uymamakla, ulusalcılara iyice teslim olacağını hesaplamış ve bunu istemiştir. Zira ulusalcılığa tamamen mahkûm olan bir CHP, kendi içinde zayıf da olsa süren demokratik arayışları tamamen bastıracak, daha da marjinalleşecektir. Bu da, AKP’yi demokratikleşme söyleminin tek sahibi hâline getirecek, bu konuda alternatifsiz olduğu algısını güçlendirecek ve manevra alanını biraz daha genişletecektir.

AKP’nin böyle bir hesabı varsa, bunun için yasakçılığa ve türlü oyuna başvurmasına hiç gerek yok. Kürt sorunu başta olmak üzere, çözüm konusunda daha cesur, demokratikleşme alanında daha kararlı davranması yeter zaten.

Anlaşılan, AKP devletin yerleşik mantığını sahiplenmeyi daha kârlı ve yararlı buluyor. Ancak toplumsal dinamiklerin çok daha karmaşık, siyasal alanın çok daha canlı hâle geldiği bu “geçiş dönemi”nde, eski rejimin aklıyla gidilebilecek fazla bir yol olmadığını bilmek lazım. Bu kısa yolun sonu da, hem AKP için hem de toplum için ağır bedellerle donanmış görünüyor. Yol yakınken...

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.