04 Aralık 2024
  • İstanbul8°C
  • Diyarbakır5°C
  • Ankara4°C
  • İzmir11°C
  • Berlin5°C

ORUCA GİRERKEN ÖLÜ ETİ YEMEK!

Abdullah Can

07 Haziran 2016 Salı 14:25

Siyasette mevzilenmek ya da vitrinlere oynamak adına polemiklerlerden rant devşirmek ahlakî değildir; müstakbel menfaatler uğruna devletlülerin eşiklerine baş koymak, çanak yalayıcılığını yapmak erdem değildir. Meşhur olmak adına kutsalları kullanmak, kemalat değildir. Gayrimeşru yöntemlerle meşru hedeflere yönelmek İslami değildir. Başkalarını itibarsızlaştırarak saygınlık peşine düşmek insanî değildir. En önemlisi de, güneşi balçıkla sıvamak; ona üflemekle sündürmeye kalkışmak akillerin kârı değildir. Malum, toprağa düşen altın kıymetini kaybetmez.

İnancım o ki, kişilerin ayinesi icraatlarıdır; reklam ve propaganda değildir. Ahiretteki durumları ise, Allah’a kalmıştır. Nice yüceltilenlerin cüce, nice cüceleştirilenlerin yücelerde olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Tarih, horlanan büyüklerle, ululanan küçüklerin serancemeleriyle doludur. İyisi, şahısperestlik yerine hakikatperestliği esas almaktır. Gerçek büyüklük, ahlakta tevazu, icraatta hizmettir. Reklam ve şakşakçılık kimsenin karnını doyurmaz.

Evet, bunlar birer ölçüdür, birer hayatî düsturdur ve herkes için geçerlidir.

Sabah Gazetesi yazarlarından Hilal Kaplan’ın 03 Haziran 2016 tarihli “Abdülhamit ve Erdoğan” yazısı, birçok kimse gibi, benim de dikkatimi çekti. Okuduğumda, birden şu ayet aklıma geldi: “Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.”1

Bu ilahî hatırlatmadan sonra, Kaplan’ın gıybet ettiği 3 müteveffa şahıstan bahsedeceğim. Bunlar, Elmalılı Muhammed Yazır, Muhammed Akif Ersoy ve Said-i Nursî’dir. Üçü de âlim ve müfessir olan bu zatlar, Müslümanların baş tacı ettiği kimselerdir. Hayatta olsalardı, belki Kaplan Hanım’ı alır, üç kelam ederlerdi; ancak bu mümkün değildir. Çünkü vefat etmişlerdir. Allah Resulü’nün, “Ölülerinizi hayırlarıyla anın!2 uyarısına rağmen, yazar hanımın Ramazan arifesindeki bu cesaretine sadece şaşılır.

Niyet okuyucu değilim, ama bana göre bu yazı, mezkûr zatların itibarına saldırı niteliğindedir. Hatta moda tabiriyle, “algı operasyonu”dur. Daha önce de benzeri girişimler olmuştu; “Türkiye Gazetesi”nden Rahmi Er’in “Bir Cemaat Gayrı Milli Olamaz”(17.12.2014) yazısı ile –4 gün aradan sonra, yine aynı gazeteden– Fuat Bol’un, “İbret alınabilse”( 21.12.2014) yazısı,  Hilal Hanım’ın selefleri ve akıl hocaları mesabesinde şeyler yazmıştı. Selefler selefte kaldı, biz halefe bakalım:

Hilal Kaplan’ın Sultan Abdülhamid ve Cumhurbaşkanı’na dair övgülerini tarihe ve kamuoyunun takdirine bırakıp, biz geçelim konumuza.

Kaplan Hanım, yazısında, “Millî şairimiz, bir şiirinde, "Kızıl Sultan” diyen ecnebi ağzından ödünç alarak ona ‘kızıl kâfir’ demişti. Hal’ edilmesi fetvasını verenlerin içinde büyük âlim Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır yer almıştı. Said Nursi, istibdat kelimesiyle eşanlamlı gördüğü Abdülhamit'in en büyük muhaliflerindendi.” demektedir; hemen arkasından, bu şahısların Abdülhamid’in ruhaniyatından bağışlanma istediklerini yazmaktadır.

Evvela yazarın “Milli Şairimiz” dediği Muhammed Akif Ersoy, koca “Safahat”ın sahibidir. Yanısıra birçok tercüme ve tefsir ve meal çalışmalarına da imza atmıştır. Âlim ve fazıl bir şahsiyettir. “İstiklal Marşı”nın ihraz ettiği konum ortadadır. Safahat’ın basılmasında, bu ülkenin “Kültür Ve Turizm Bakanlığı” ile “Türkiye Diyanet Vakfı” kurumlarının imzası vardır. Keza, “Milli Eğitim Bakanlığı” da “tavsiye eserler” arasında zikretmiştir. Safahat’taki yüzlerce şiirden sadece Abdülhamid’e ilişkin bir kaç cümleye takılmak, iyi niyet alameti değildir; sineğin devleştirildiği açıktır. Akif’in yüzlerce iyiliğini görmezden gelip bir-iki menfiliğine yoğunlaşmak, şaşıca bir bakıştır, bir niyet okumaktır; algı operasyonudur.

Denilebilir ki, “Kızıl kâfir” ağır bir ifadedir; söylenmemeliydi. Ancak Akif’in dönemine gitmeden, yaşadıklarını yaşamadan, bir-iki nahoş ifadelerini cımbızlayıp nazara vermek, iyi niyet göstergesi değildir; aksine, bir dışlama ve lanetleme çabasıdır. Akif âlim ve aydın bir kişidir ve ne söylediğinin farkındadır. Beşeriyet gereği bazı yanlışları varsa da, bunları tüm yazdıklarına ve manevi şahsiyetine teşmil etmemek gerektir; edilirse, insafsızlıktır. Kaplan Hanım’la isimleri zikredilen diğer iki yazarın tutumu insaf sınırlarını zorlamaktadır. O halde ölçü, Hz. Peygamber’in, “Sevdiğini ölçülü sev; olur ki bir gün sevmediğin biri olur. Sevmediğini de ölçülü sevme; olur ki gün gelir dostun olur.”3 sözü olmalıdır.

Akif’in Abdülhamid’e karşı yapıp-ettiklerinden pişman olduğu ya da olmadığı mahşere kalmış bir hadisedir. Her ikisi de müteveffa olup huzur-u İlahiye gitmişlerdir. Kim haklı, kim haksız; bırakın kararı O versin! Ancak Kaplan Hanım’ın Akif’i kurtarmak adına serdettiği şiirinden pişmanlığını okumak da sığ bir okumaktır. Pişmanlık, “semer”, “semerci” ve “kalfa” benzetmeleriyle değil, dobra dobra olmalıydı. Hakaret açık olduğuna göre, “af dileme” de öyle olmalıdır. Af dilenen Sultan’a, “semerci” demek ne kadar yakışıktır? Buna “istihza” denir. Bu cılız ve müstehziyane ifadeleri Akif’in pişmanlığına hamletmek, zorlamalı bir yorumdur.

Öte taraftan, Abdülhamid ne peygamberdir, ne de melek... Akif gibi, onun da sevap ve hataları vardır. Eleştirilen sevapları değil, hatalarıdır. Hele de bu hatalar ümmeti ilgilendiriyorsa...  

Elmalılı Muhammed Yazır hakkında söylenilenleri de bu çerçevede değerlendirebiliriz. Bu zat, tıpkı Akif gibi, Osmanlı’nın son döneminde, “Sırat-ı Müstakim” gibi ciddi ve ağırlıklı bir mecmuada yazarlık yapmış “İslamcı” bir müellif ve müfessirdir. Kur’an’ı, hadisleri, siyeri gayet iyi bilen bir âlimdir. Abdülhamid’i tahtan indirilmesine karar veren fetva heyetinde onun da yer alması, topyekûn bir Abdülhamid karşıtlığına yorumlanamaz ki! Abdülhamid’in yüz sıfatı içinde Şer’-i Şerife uymayan bazı sıfatlarını tenkit etmek, onu bir bütün olarak reddetmek değildir ki! Fetvayı verenler âlim ve muttaki insanlardır. İmza atan ise, Şeyhülislam Muhammed Ziyaeddin Efendi’dir.

İsterseniz fetvanın orijinal ve Latince halini verelim. (Sırat-ı Müstakim Mecmuası, Cilt: 2, Adet: 34, Sh: 113)

resim-1-004.jpg

Belge açıktır; hal’(tahtan indirme) fetvasının altındaki imza, “Şeyhü’l-İslam”ındır. Zikri geçen hal’in verildiği makam, –gerekçeleriyle birlikte– “Meşihat”(Şeyhü’l-İslamlık)tır. Hal böyle iken, onlarca ulemanın ortak fetvasıyla verilmiş bir kararı görmezden gelip münhasıran Muhammed Hamdi Yazır’ı zikretmek, suçlu gibi nazara vermek ne kadar adildir? Hal’dan sonra oluşan oligarşik diktaya, hatta Kemalizm’e bakarak, Abdülhamid’i aklamak doğru olmadığı gibi, fetvaya “gayrimeşru” addetmek de doğru değildir. Meşihat, zahire bakmış, hükmünü vermiştir; sonraki gelişmelerse, her kes gibi, onların da meçhulüydü. Hiç kimse, gayıptan sorumlu tutulamaz.

(Meraklıları için not: Yukarıdaki belgenin Latince tıpkı çevirisini, İstanbul “Bağcılar Belediyesi”nine transkribe ettirdiği “Sırat-ı Müstakim Mecmuası”nın 2’nci Cildinin 104’üncü sayfasında bulabilirsiniz.)  

Hilal’in, Merhum Hamdi Yazır’a nisbetle aktardığı “Başıma ne geldiyse bunun manevî sillesidir. Gençlik saikasıyla bir iştir işledim. Allah beni affetsin!” tarzındaki ifadeler, Yazır’a ait midir, değil midir, bilmiyoruz. Kaynağı nedir, ravisi kimdir, hangi yazı ve eserinde geçmektedir, belli değildir. Bir de, aktarılan sözün içinde “Abdülhamid” ismi geçmiyor; “bunun” dediği, bahsi geçen konu mudur yoksa bizim bilmediğimiz bir başka kabahatine mi atıfta bulunuyor, onu da bilmiyoruz. Dolayısıyla, meçhullerle sarılı bir sözden, Abdülhamid’in ruhaniyatından af dilendiğini çıkarmak, mümkün görünmüyor.      

Gelelim Said-i Nursi’ye...

Hilal Hanım, “Said Nursi, istibdat kelimesiyle eşanlamlı gördüğü Abdülhamid'in en büyük muhaliflerindendi.” demektedir. Doğrudur, Said-i Nursî, Sultan Abdülhamid’in istibdadını tenkit etmiştir. Ama “en büyük muhalif”lerinden değildir. Evet, “cennetmekân” dememiştir, ama “Kızıl Sultan” da dememiştir; “kâfir” ise, asla!... Dediği şudur: “Hükûmete hücum edenlerin bazıları ‘Haydo, Haydo’ derlerdi. Bazıları ‘Haydar Ağa, Haydar Ağa’ derlerdi. Ben ‘Haydar’ derdim, şimdi de ‘Haydar’ derim, vesselâm.”4 Yani muhabbet ve muhalefette denge...

Öte taraftan, irşat gereği, Sultan’ı hep uyarmıştır; “Menhus Yıldızı dârülfünun et; tâ, Süreyya kadar âlâ olsun. Ve eski zebaniler yerine, melâike-i rahmeti yerleştir; tâ cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et. Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden, terk et. Zekâtü’l-ömrü, ömr-ü sani yolunda sarf et!5 demiştir.

Peki, Sultan Abdülhamid, Said Nursi’yi dinlemiş midir? Hayır. Sonuç, ortadadır; siyasetin dahi padişahı, 4 adet tıbbiyelinin entrikalarına mağlup düştü; fanilerden bir fani olarak göçüp gitti.

Said-i Nursî’nin Abdülhamid’e en büyük tavsiyelerinden biri de, Kürdistan’da maarifi yaygınlaştırmasıdır. Ta ki bölge cehaletle katledilmesin; istikbali kararmasın; bugünlere gelinmesin. Bu vesileyle 1907’lerde, Saray’a gidiyor; bir dilekçeyle maarif(eğitim) talebinde bulunuyor. Ancak talebi kabul görmüyor; maarife bedel maaş teklif ediliyor. O ise, “Ben maaş dilencisi değilim, bin lira da olsa kabul edemem. Kendim için gelmedim, milletim için geldim. Hem de bu bana vermek istediğiniz rüşvet ve hakk-ı sükûttur.”6 diyerek, reddeder.

Kendisine, “ihsan”ı reddetmenin vehameti iletildiğinde, “Reddediyorum. Tâ ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim.7 diyerek asıl muhatabının Padişah olduğunu, dalkavuk memurlarla işinin olmadığını söyler.

İşte Kaplan Hanım’ın, “Abdülhamid’in en büyük muhalif”i dediği Said-i Nursî’nin muhalefeti bu temeldedir; yani haklı ve hayati taleplerinin reddine binaendir. Yetmez, bir de “tımarhane”ye göndertmesin mi? Evet, bizzat Padişah’ın talimiyle Said-i Nursî bir de tımarhaneyi boylamıştır; tımarhane sonrasında ise “nezarethane”. Ondandır ki, “Bu haydut hükûmet(İttihad ve Terakki), zaman-ı istibdatta akla husumet; şimdi de hayata adavet ediyor... Eğer hükûmet böyle olursa, yaşasın cünun! Yaşasın mevt! Zalimler için de yaşasın cehennem!8 sözlerini sağır sultanlara da işittirmiştir.

Hakikat böyle iken, bol keseden düşmanlar ihdas etmek, onları hedef göstermek, bu topluma ve geleceğine hizmet etmez. Sultan Abdülhamid taassubu üzerinden Said-i Nursi’ye biçilen düşmanca rol, esasta menhus bir projenin peyderpey uygulanmasıdır. Irkçı/Ulusalcı çevrelerin “Paralelciler” üzerinden oluşturmaya çalıştıkları “Nurculuk” algısı, yavaş yavaş Said-i Nursi’ye ve Nur Camiasına da teşmil edilmeye çalışılmaktadır. Tehlikenin farkında olmayan kimi Müslüman yazar ve akademisyenler de bu derin odaklara malzeme hazırlamaktalar; değirmenlerine su taşımaktadırlar. Hâlbuki bu projenin nihai amacı, bütün Müslüman cemaatlerin topyekûn sindirilmesidir; belki de bitirilmesi...  

Said-i Nursî, “Benim mezhebim; muhabbete muhabbet etmektir, husumete husumettir.

Yani dünyada en sevdiğim şey muhabbet ve en darıldığım şey de husumet ve adavettir.”9 demektedir. Yine, “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!10 sözüyle muhabbete verdiği önemi yeniler. O, mazideki cinayet ve menfiliklerin yeniden yeniye servis edilmesinden nefret eder. Geçmişin karanlık engellerine takılmak yerine geleceğe dair ufuklar açmamızı, ufkumuzu karartacak ırkî, mezhebî ve meşrebî taassupların her türlüsünden arınmamızı tavsiye etmektedir.

Son olarak da Hilal Hanım’ın şu iddiasına değinmek istiyorum: “Her ne kadar öğrencilerinin çoğu yakıştıramasa da Said Nursi de hata işleyen bir fani idi ve o da Abdülhamit'e muhalefetinin özeleştirisini yapmıştı.” Yıllardır yazan ve bildiğim kadar psikoloji eğitimi görmüş Sayın Hilal’in bu kadar sığ ve sathi olacağını hiç tahmin etmezdim. Bir sefer, hiç bir Nur Talebesi Said-i Nursi’yi hatasız görmez. Çünkü bizzat o, “Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhti değil. Onu hatasız zannetmek hatadır.11 demektedir.

Bu iddianın asılsızlığına binaen, tafsilata girmeyi zait görüyorum. Kasıtlı çevrelerin öteden beri Nur Talebelerine isnad ettikleri yersiz ve usandırıcı bir yaftadır. Nurculuk adına bazı mutaassıp kimselerin –cehalet kaynaklı– kimi ifratkâr ifadeleri bu çevrelerin eline koz veriyorsa da, ölçü olamaz. Üstad’ın, “(Yazılan Sözler, yani Risale-i Nur Külliyatı) dava değil, dava içinde burhandır.”12 ifadesi, asıl hedef ve davasının, Kur’an ve Sünnet-i Seniyeye olduğunu izhardır. Risale-i Nur ve kendisi, birer vesiledirler.

Kaplan’ın Üstad hakkında kullandığı, “Vefatından kısa süre önce, Abdülhamid'in torunu Nemika Sultan'dan üç kez helallik isteyecekti.” cümlesi ise, hiç kusura bakmasın, tam bir fiyasko. Çünkü bunu teyit eden hiç bir bilgi yoktur. Sağda-soldan devşirilen rivayetler ise, itibara değmez. “Külliyat” ortada iken, hatıra, menkıbe ve rivayetlerden terkip edilen asılsız iddialar, sadece sahiplerini bağlar, Üstad’ı değil. Zira Üstad’ın Sultan Abdülhamid’e bir haksızlığı olmamıştır. Pişman olsaydı, 1918’e kadar bu helalliği ya bizzat, ya da basın yoluyla dileyebilirdi; neden sonraya bıraksın ki? Hem Nemika Sultan’ın af yetkisi yok ki! Çünkü merci değil.

Hâsılı: Üstad’ı Nemika Sultan’ın ayağına götürtüp O’na af diletenler utanmalıdırlar...

NOT: “İlmî istibdat” ümmetin beynini, “siyasî istibdat” ise gövdesini parçalar. Görmek isteyenlere, işte ümmetin panoraması!...


Kaynakça:1 (Hucurat Suresi, 12), 2 (Tirmizi, c. 3, Cenaiz, 34), 3 (Tirmizi, Birr, 60), 4 (İçtimai Reçeteler, s. 140),5 (age, s. 168), 6 (age, s. 186), 7 (age, s. 186), 8 (age, s. 157), 9 (age, s. 136), 10 (age, s. 136, 11 (Barla Lhk, s. 128), 12 (Mektubat, s. 507)

Yorumlar
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.